Pazartesi, Şubat 20, 2012

Cemre Düstü

Bir yil once yazdigim bir yazi...
O zaman Misir Tahrir Meydani'nda
Arap Bahari çatismalari vardi...
1 yil sonra, yine dustu cemre...
Iste 'Cemre Dustu' yazisi; Posta Cepecevre..


Cemre düştü!
Ülkenin ve içinde bulunduğu coğrafyanın gündemi kasvetli. İnsanların omzunda geçim derdi, gelecek kaygısı... Ve bunları zerre kadar takmadan döngüsüne devam eden Toprak Ana... Bu hafta Yörük gelininin (nam-ı diğer bahar dalı) ilk çiçeğini gördüm. Artık gözüm erik ağaçlarında... Tomurcuklar belirmiş bile dallarda... Göçmen kuşlar kuzeye dönüş hazırlığında... Leylek sürülerinin ise eli kulağında... İlkyaz gelmek üzere. Yine, yeniden uyanacak doğa... Bazı canlar ise göremeyecek bu uyanışı. Onlar yitip gittiler başka ‘uyanışların’ koynunda. Devrimler, ayaklanmalar ve diktatörler onları toprağa yatırdılar. Üstlerinden gelip geçerken mevsimler, ruhları dolaşacak ebediyetin zamansızlığında... Artık kış güzeli çulhaların boyun bükme zamanı. Yorgun yüzlerinden süzülen yağmurun gözyaşları, bu ruhların yasını tutmak içindir belki de... Sarı güller çıkarmışken başını, mimozalar öbeklenirken dallarda, ötücü minik kanatların eşleşme cıvıltıları duyulurken etrafta; düşen tüm cemrelerin anısına selam olsun... Kalın sağlıcakla.

Perşembe, Ağustos 18, 2011

Kirmizi Bisiklet

Kırmızı bisiklet
Kırmızı idi. Alev rengi. Kor rengi. Işık vurdukça, pırıl pırıl yanıyordu gövdesi. Gidonu gümüş rengi. Zinciri siyah. Nasıl güzel. Nasıl albenili. Nasıl afili... Hemen gösteriyordu kendini diğer bisikletler arasından. Oğlan üstüne tırmandı. Gözleri parladı. Babasına baktı soran gözlerle. Ağzını açıp “Alalım mı bunu?” diye sormaya korkarak. Sorsa ve de babası “Hayır” dese, kalbinden ince sızı akacak içine. Sessizce durdu babasının dizinin dibinde. Soluk almaya bile korkarak bekledi kararını. “Alalım hadi” dedi babası. Kendi çocukluk bisikletini anımsamıştı. Tepeden aşağıya salıverdiğinde hissettiği özgürlük hissini, gövdesine rüzgârın çarpışını, selenin üstünde ayağa kalkma denemelerini...
“Bisiklet bir erkeğin ilk arabasıdır” dedi oğluna, “dikkatli ve yavaş kullanacaksın...” İçinden ‘Benim yaptığım fütursuzlukları yapma tepesinde’ diye geçirdiyse de söylemedi. Baba-oğul ve kırmızı bisiklet; beraberce çıktılar dükkândan. Oğlan gururla tuttuğu gidonu okşaya okşaya taşıdı ilk bisikletini. İlk düz yolda atladı üstüne. Dimdik durdu üstünde. Gözleri ilerde... Bastı kuvvetlice pedala. Çevirdikçe alıştı, güven geldi duruşuna. Bir bütün oldu kırmızı bisiklet ile. Saatlerce, günlerce, yıllarca...
Bir gün “Büyüdün” dediler Oğlan’a. “Asker olacaksın...” Gitti Oğlan. Anne ve babası el salladılar otobüsün ardından. Babası ayaklarını sürükleyerek döndü eve. Kırmızı bisikleti buldu bir yerlerden. Meydana çıkardı. Işıltısı gitmişti. Zinciri paslı. Gidonu eğri. Fark etmedi baba. Belleği hâlâ ilk aldıkları günkü anının görüntüleri ile dolu... ‘Minik oğlu ve afili kırmızı bisiklet’. Hayat ne güzeldi o gün be! ‘’Bir gün torunlar biner” dedi karısına. “Hayırlısı ile bir dönsün de şu Oğlan!” Söylemeye dilim yeten tek sözü yazarak bitireyim; Dön Oğlan. Dön. Bekleyenin var evinde. Dönemeyen olmasın artık.

23 Temmuz 2011 Posta Gazetesinden...

Çarşamba, Nisan 20, 2011

Bir baba, bir cocuk, bir sinav

İnci Tulpar
incitulpar@gmail.com
Bir çocuk, bir baba, bir sınav...
16 Nisan 2011
Yazı Boyutu:
Yaren 20 yaşında. İstanbul’un çok da varlıklı olmayan bir muhitinde kira olan evlerinde anne-babası ve küçük kardeşi ile yaşamakta... Babası boyacılık yapıyor, annesi ev hanımı ve okuma-yazması yok. Yaren akıllı, duyarlı ve annesinin hayat sevinci. İlkokulu, mahallelerine yakın bir okulda okumuş. Öğretmenleri Yaren’i çok seviyor. Yaren de okumayı... Dersleri hep iyi, ödevlerini eksiksiz yapıyor, bilemediklerini teneffüslerde gidip öğretmenlerine soruyor. İlköğretim bittiğinde, babası “Yeter bu kadar okumak, artık okumak yok. Evde annene yardım edersin, yaşın geldiğinde de evlendiririz seni” diyor! Yaren ağlayarak okuldan bir öğretmenine anlatıyor durumu.
Tüm öğretmenler seferber oluyorlar Yaren için. Okul ile ev arasında ziyaretler başlıyor, babayı ikna etmeye çalışıyorlar. İlk başlarda Nuh deyip peygamber demeyen baba, zamanla yumuşuyor. Zaman dediğimiz, öyle 1-2 hafta değil! Bütün yaz uğraşıyor öğretmenler. Sonunda liseye kaydını yaptırıyorlar Yaren’in. Baba hâlâ memnun değil ama araya okul müdürü ve muhtar girip “Bak, Kaymakam Bey de takip ediyor durumu. Yaren kadar derslerinde başarılı bir öğrencimizi okutalım, ilerde öğretmen olur.
Hem size, hem kendine, hem de vatanına faydası olur” diyorlar. İlkokul öğretmenleri, Yaren’i lise öğretmenlerine emanet ediyor. Kitapları, defterleri, harçlığı, üniversite kursu için taksitleri, hep öğretmenler ve onların tanıdığı eğitime gönül vermiş insanlar tarafından karşılanıyor. Yaren de tüm çabası ve enerji ile okuyor, çalışıyor, başarmak için uğraşıyor. 2 sene önce üniversite sınavına giriyor. Ve biliyor musunuz hangi üniversiteyi kazanıyor? Dişçilik fakültesini! Herkes çok seviniyor. En çok da Yaren’in babası seviniyor! Çünkü yıllardır ağzında diş yok! Yaren artık bir üniversite öğrencisi. Narin elleri dişçilik için çok uygun. Azimli ve sevecen karakteri de!
Ben Yaren’i, kendisine yardımcı olan onlarca öğretmeninden birinden dinlediğim hikâye ile tanıdım. 6 sene önce “Evde oturacaksın” diyen babasının dişlerini, kendi okulunda yaptırmaya başlamış. Ölçü, çekim, röntgen... Ne gerekli ise Yaren hepsini kendisi takip ediyormuş. Babası Yaren’e bakarken gözleri gururla parlıyormuş!
Rivayet o’dur ki; baba mahalledeki herkese kızının dişçi çıkacağını anlatıyormuş! Bu hafta çıkan üniversite sınavı şifre iddialarını okudukça aklıma diğer Yaren’ler geliyor! Canla, başla, azimle, zorlukla, yoklukla, cahillikle savaşarak; alın teri ve akıl akıtarak o sınavlara hazırlanan çocuklar!.. Bu katakulliler onların hakkını yiyor! “Kul hakkı” diyoruz biz halk arasında. ‘Kul hakkı yemek günahtır’ diye biliyoruz! İlim, irfan ve güvenilirlik üzerine kurulmuş kurumların böyle şaibeler altında kalması inanılmaz! İsteyen örtülü, isteyen örtüsüz, isteyen küpeli, isteyen uzun saçlı girsin üniversiteye... Yeter ki hak etmeden, fırsatçılık ile girmesin! 
Kitap öcü değildir
BM İnsani Gelişim Raporu’na göre Türkiye, okuma alışkanlığında Malezya, Libya, Ermenistan gibi ülkelerin de bulunduğu 173 ülke arasında 86. sırada yer almakta. Araştırmalara göre; Japonya’da 25 kişiye bir kitap, Fransa’da 7 kişiye bir kitap, Türkiye’de ise 12 bin 89 kişiye bir kitap düşmekte. Bu hafta beni çok sevindiren bir emesaj aldım. Fevzi Çakmak İlköğretim Okulu Müdür Yardımcısı Ahmet Korkmaz okullarında başlattıkları ‘Serbest Okuma Saati’ projesinden bahsediyor.
Öğrencilerine ve ailelerine verdikleri kitaplarla artan kitap sevgisini ve okuma alışkanlığını rakamlar ile göz önüne sermiş. Çarpıcı ve sevindirici bir artış var sayılarda. Mesajını, Paul Jennings’in Cambridge Üniversitesi Kütüphanesi’nde asılı şu sözü ile noktalamış; “İsteksiz okuyucu diye bir şey yoktur. Sadece doğru kitaplar kendisine büyükler tarafından verilmemiş çocuklar vardır.” Modern dünyada Türk insanının imajının düzelmesi için, mutlaka eğitim seviyemizi ve bilinç düzeyimizi artırmamız gerekli. Çocukların kitap, büyüklerin de gazete okuması ile başlayacak her şey! Çocuklarımızı yetiştirirken televizyon konusunda cimri, kitap konusunda cömert olalım.
Dünya bir bütün
Japonya’dan kalkan radyasyon yüklü bulutun ülkemize varıp varmayacağını tartışıyoruz! İstanbul-Fukushima arası kuş uçuşu 8839 km! İstanbul-Mersin/Akkuyu arası 928 km! Komşularımızda olan nükleer santraller Japonya’dan daha da yakın! Dünya Nükleer Kurumu Başkanı John Ritch, CNN’e verdiği demeçte, tüm dünyada hali hazırda 240 adet nükleer reaktör olduğuna ve bunların yüzde 20’sinin ‘deprem kuşağı’ üzerinde yer aldığına dikkat çekiyor! Japonya, hem büyük depremlerin ülkesi olması hem de 55 adet nükleer reaktörüne bel bağlamış enerji politikası ile en önemli örnek! Ayrıca Çin ve Hindistan gelecek yıllarda toplam 1000 nükleer reaktör yapma planları ile, nükleer enerjiyi en çok savunan ülkelerin başında geliyor! Yakında tüm dünyada ‘önüm, arkam, sağım, solum nükleer reaktör’ şeklinde bir tablonun ortaya çıkacağı şimdiden aşikâr!
Her ülke istediği gibi nükleer santral kurabildiğinde, sadece o ülkenin insanı değil, aslında tüm dünya nüfusu büyük bir risk ile karşı karşıya kalıyor! Ülkemizin etrafı ve gök kubbesi, beton duvarlarla, çelik kaplamalarla sıkı sıkıya kapalı olmadığına göre, tek başına Mersin-Akkuyu’ya ‘santral yapılsın mı, yoksa yapılmasın mı?’yı tartışmak, gerçekçi ve yeterli bir tartışma zemini değil! İlk etapta yurttaşlar olarak devletten talep etmemiz gereken, özellikle komşularımızdaki nükleer santrallerin kontrol ve yenileme çalışmaları için girişimde bulunması.
Bulgaristan ve Ermenistan’daki santrallerin ‘eski kuşak’ olduğu, yenilenip felaket senaryolarına hazır hale getirilmesi gerektiği bilinen bir gerçek! Başlıkta da dediğimiz gibi, ‘Dünya bir bütündür’. Ve maalesef komşuda pişen radyasyon bize de düşebilir! O zaman, aradaki dağlar filan da pek koruyamaz bizi!
(09.04.2011 tarihli Cumartesi Postası'ndan alınmıştır.)

Yesilcam'a senaryo onerileri

İnci Tulpar
incitulpar@gmail.com
Yeşilçam'a senaryo önerileri
09 Nisan 2011
Yazı Boyutu:
Yeşilçam ödülleri dağıtıldı. ‘Çoğunluk’ ve ‘Gölgeler ile Suretler’in ödül almasına çok sevindim. Yakalarsanız, iki filmi de kaçırmayın. Ayrıca ‘Press’ ve’ Kaybedenler Kulübü’ vizyondaki diğer dikkat çeken yapımlar... Yeşilçam ve vizyon demişken, geçen hafta eğlence olsun diye karaladığım birkaç senaryo önerisini paylaşayım! Çok iyi gişe yapacağına (!) inandığım taslak senaryolarım şöyledir;
Yeşilçam’a senaryo önerisi (1)
Bol rekabetçi bir futbol filmi! Evet, 2000 yılında çekilen ‘Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’ı unutmadım. Ama 11 yıl sonra sinemamızın yeni bir futbol filmine ihtiyacı var. Takım, oyuncular, özverili bir teknik direktör... Alınması zor olan bir de mucize kupa... Varoşlardan çıkan yetenekli futbolcular... Bol azim, müthiş efor, inanmış yüreklerin ulaştığı bir zafer!
Yeşilçam’a senaryo önerisi (2)
Şöyle karlı, zor hava şartlı, dağda geçen bir kaybolma ve kurtarma filmi... Aksiyon, gerilim diz boyu! Hatta kaybolanlar, Nuh’un gemisini aramaya gelen yabancı bilim adamları olabilir, kurtaran da AKUT!
Yeşilçam’a film önerisi (3)
Başrolde bir köpeğin oynadığı aile filmi lazım sinemamıza. Köpek ile çocuğun dostluğu, köpeğin aileyi şofben zehirlenmesi veya yangın gibi bir felaketten son anda kurtarması üzerine çekilecek bir film... Çekim sırasında rol alan hayvanlara iyi davranılacak, filmin sonuna mutlaka ‘Bu filmin çekimi sırasında hiçbir köpek zarar görmemiştir!’ diye yazılacak...
Yeşilçam’a film önerisi (4)
Otostopla Türkiye’yi gezmeye karar veren iki gencin maceraları... Korkmayın, kötü bir şey olmayacak! Oldukça pozitif ve umut dolu bir senaryo bu... Yolda tanıştıkları insanlar, onları taşıyan kamyon şoförleri, ilginç kamyon yazıları, yol manzaraları, yöresel yemekler ve misafirperverlik... Biraz aşk, biraz yol... Bakalım kim aşkı için Karadeniz’de kalacak, kim çıktığı yoldan geri dönmeyecek!
Yeşilçam’a film önerisi (5)
Genç doktor grubunun, kampta sel felaketi ile karşılaşması üzerine bir senaryo... Doğada, ölümle boğuşan yaralılara yaptıkları ilk müdahaleler... 2 saatlik bir macera ve kahramanlık filmi. Burada doktorların Mac Gyver gibi doğaçlama tedaviler bulması tercih sebebidir (itiraf etmeliyim ki; bu senaryoda ‘Sınırsız Doktorlar’ projesinden esinlenme var)!
Yeşilçam’a senaryo önerisi (6)
Formula pistindeki hayatlar... Kurtköy’de boş duran Formula pistinin set olarak kullanıldığı bir yerli ‘Grease’! Başrollerde ‘Yok Böyle Dans’ yarışmasının dansçı ünlüleri; Azra Akın, Eda Taşpınar ve mutlaka Burcu Esmersoy! Kırmızı arabalar, deri kıyafetler, tam bir gençlik filmi... Mesaj kaygısı falan yok! Uf uf uf; tadından yenmez! The END
Annelere ve babalara...
Sevgili anne ve babalar, Sizlerin de her gün okuduğu gibi küçük çocukların başına korkunç olaylar geliyor. Artık devir değişti. Eskiden rahatça, güvenle sokağa oynamaya saldığımız, bakkala gönderdiğimiz, okula yalnız gidip gelen çocuklarımızı artık herkesten koruyup kollamak zorundayız! Kız veya erkek çocuk demeden, ‘hepsinin başına her an bir kötülük gelebilir’ düşüncesini aklımızdan çıkarmamalıyız! Sizlerden, normalden daha fazla evhamlı, daha kollayıcı, daha gözümüzü dört açarak çocuklarımızı büyütmemizi rica ediyorum. Her ülkede olan ‘pedofili’, yani ‘çocuklara yönelik sapkınlık’ vakaları, ülkemizde de artmış durumda.
Devletin görevi, oluşmuş suçlara karşı önlem almak iken, anne ve babaların görevi de suçun oluşmasına mahal vermeyecek şekilde kendi çocuklarını koruyup kollamak. Köy yeri, şehir yeri, mahalle arası, okul yolu, çarşı, pazar demeden ‘kötülüğün’ her yerde miniklerin karşısına çıkabileceğini unutmayalım. Örneğin, mahallelerde anneler aralarında çeşitli görevler alabilirler. Her gün biri çocukları okula getirip götürebilir. Bayramda, seyranda, sokakta oynarken devamlı gözetelim çocuklarımızı. Komşuya, memlekete, akrabaya ziyarete gittiğimizde, dışarı bırakmayalım... Ya da başlarında aklı eren 15-16 yaşlarında bir abla veya ağabey olsun.
Çocukların arkadaşlarını, arkadaşlarının evlerini tanıyalım. Başka yerde gece yatısına izin verirken 2, hatta 3 kez düşünelim. Ev bilgisayarlarında ve internet kafelerde çocukları tuzağa düşüren sitelere engelleme koyalım. Bu sitelerin hem polis birimleri tarafından, hem de rast gelen internet kullanıcıları tarafından tespit edilip ‘pedofili’ eğilimli olan kişilerin izlenmesi gereklidir. Çocuklarımıza tembih üstüne tembih yapmayı unutmayalım. Her uyarımız kulaklarına küpe olur. Afrika atasözü ‘Bir çocuğu tüm köy beraber büyütür’ der. Komşumuzun, mahallemizin çocuklarını da, kendi çocuğumuz gibi koruyup kollayalım. Birinin başına bir şey geldiğinde sadece ailesi ağlamıyor çünkü, tüm memleket ağlıyoruz. Haydi anneler, babalar görev zamanı. Kötülüğün minnacık yavruları yutmasına fırsat vermeyelim!
Hikayenin gücü
‘Gerçekten daha gerçek olan tek şey, hikayedir’. Bir Musevi atasözü olan bu deyiş, bize hikâyecinin dinleyici üzerindeki etkisinin ‘gerçek’ kadar güçlü olduğunu anlatır. İyi bir kurgu ile yazılmış ve dilin muhteşem anlamlara sahip lezzetli sözcükleri ile anlatılmış bir hikâyeyi dinlemeye doyulmaz. Hikâyeleri böyle anlatan bir kadın yazar var bugünkü köşemizde; Isabel Allende. Şilili bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Allende, 1970 yılında ailesinin Amerika’ya sürgüne gönderilmesi ile yazarlık serüvenine başlar.
Genelde, ailesinden ve tanıştığı kadınlardan aldığı ilham ile yazan Allende, yazdığı kitapların gelirini kendi adına kurduğu vakfa bağışlıyor. Vakfın amacı Şili’deki kadınlara ve genç kızlara yardım etmek. Henüz Allende ile tanışmadıysanız ‘Yüreğimdeki Ülkem’, yazarı tanımak açısından okunacak ilk kitabı olabilir. Herkese keyifli okumalar dilerim.
(02.04.2011 tarihli Cumartesi Postası'ndan alınmıştır.)

Ruhu Seyyah Akli Gezgin

İnci Tulpar
incitulpar@gmail.com
Ruhu seyyah aklı gezgin
02 Nisan 2011
Yazı Boyutu:
Böyle insanlar vardır. Vücudu bir masada iş kotaran ama aklı dünyada gezgin olan... Modern plaza insanı da olabilir, bir mağaza tezgâhtarı da, bir ilkokul öğretmeni de, bazen bir gazetenin köşe yazarı da! Gözü camdan gökyüzüne bakmakta, hayallenmekte... Kimbilir belki de Brezilya’da gezmekte, Yağmur Ormanları’nda yürümekte, Hawai’de maviye dalmakta veya Küba’da fotoğraf çekmekte... Ya da Antakya’yı özlemekte, Sümele’ye çıkmak istemekte, Göcek’i, Peri Bacaları’nı, Artvin’i, İğneada’yı düşünmekte...
İmrenmekte, özenmekte, en önemlisi ihtiyaç duymakta seyahate; diğer bir deyişle ‘hava değişimine’... Kendimiz uzaklaşamadığımızda da aklımızı salarız yollara. Olsun varsın, akıl değil midir ki, insanı insan yapan; en azından o gezsin o zaman. Hem akıl, vücuttan daha hızlı ve bedava seyahat edebiliyor! Çat orada, çat burada... İlk leylek sürülerini havada gördüm bu hafta sevgili Çepeçevre okurları. Demek ki, seyahat olasılığım var! Falcı bacı gerçek olsa; telveme bakla atıp suyuma külü katıp “Üjj vakte kadar, uzuuun bir yol...” der miydi acaba? Siz de gözünüzü çevirin bu aralar gökyüzüne. Tam leylekleri görme zamanı. Leylek görünce seyahat garantisi yok ama, en azından umudu var.
Kimi yazar kimi çizer
Karikatür ile yapılan mizah, dünyanın her yerinde entelektüeller tarafından değeri bilinen bir sanat dalıdır. Evet, hem mizahı, hem de karikatürü sanat tanımı içine dahil eden bir anlayışla yazdım bu tümceyi. Sanatın en önemli unsuru iletişimdir. Düşünce tarihinin gelişiminde iletişimin yeri yadsınamaz. Çizgi ise, tarih öncesinden beri olagelen tek iletişim metodudur. Çizginin bir düşüncesi, iletmek istediği bir mesajı olduğunda ‘karikatür’ dediğimiz grafik sanatı kullanır. Karikatüristler hem sanatçı, hem mizah ustası, hem de düşünürdür. Tarih boyunca az sayıda kadın düşünür ile karşılaşırız. Aynı durum karikatür sanatı için de geçerli.
Bu dünyada olması gerekenden çok daha az sayıda kadın karikatür sanatçısı var! Olanlar da genellikle ‘kadın’ ile ilgili sosyal farkındalık yaratmaya yönelik çizimler yapıyor. Bu nedenle ‘kadın karikatürist, eşittir feminist’ gibi yanlış bir algılama ortaya çıkabiliyor. Baştan söylemeliyim ki, aslında durumun feministlik ile ilgisi yok. Kadınlık ile ilgisi ise çok! Şöyle ki: Kadınların da yer aldığı toplumsal değişimler her zaman kalıcı ve etkili olur. Bazı kadınlar da bu değişimlerde çizgileri ile yer alıyor, ‘herkes için daha adil bir dünya’ hayali ile çiziyorlar. Örneğin, Birleşmis Milletler’in ‘Barış İçin Karikatür’ oluşumu kapsamında, New York’tan bir kadın karikatürist olan Liza Donnely, Suudi Arabistan, İran ve Türkiye’den kadın meslektaşları ile bir araya gelerek ortak çizimler yapabiliyor.
Türkiye’nin ilk kadın karikatüristi kabul edilen Selma Emiroğlu’ndan günümüze dek, pek çok kadın karikatürist, mizah dergileri, karikatür kitapları veya gazete köşelerindeki küçük alanlarında bizlere günlük gülümsemeler sundular. Gülümsetirken de önemli mesajlar verdiler. Ramize Erer, Göksu Gül, Meral Onat, Gülay Batur, Çılgın Bediş’in çizeri Özden Öğrük, Piyale Madra... Maalesef, bugün basınımızda pek az sayıda karikatür yer almakta... Nedenlerini hepimiz biliyoruz. Halbuki karikatür, bir sayfa yazının anlatamadığını ‘3 cm’e 5 cm’ bir kutucukta ne güzel anlatıyor!
Madem “Değişimlerde kadınların rolü yadsınamaz” dedik, o zaman karikatürün hem medyada, hem de diğer görsel basında hak ettiği yeri bulabilmesinde, kadın karikatüristlerimize artık daha çok ihtiyaç var! ‘Yarın çocuklarımıza bırakacağımız Dünya’yı tanımladığımız zamanları yaşadığımız bu günlerde, karikatür sanatının ve karikatüristlerin, en az yazarlar kadar kamuoyu üzerinde etkili olduğuna inanıyorum. Kimi ‘çizer’, kimi ‘yazar’ ama korkmayın kıyamet bundan kopmaz!
Toplulukta cep muhabbeti
Son zamanlarda çok sık rastladığım bir sahne var; 2-3 kişi yemek yerken aralarından biri mutlaka cep telefonu ile konuşuyor. Konuştuğunu, hem aynı masada yediği insanlar hem de mekândaki diğer müşteriler dinlemek zorunda kalıyor. Aynı sahne bankalar için de geçerli. Sıra almış beklerken yanınızda oturan veya ayakta duran kişinin tüm konuşmasını dinleyebilirsiniz. Veya çocuk parkları! Anneler, bakıcılar sürekli telefonda! Ya alışveriş marketlerine ne demeli? Kasada, raflara bakarken, giysi seçerken sürekli bir ‘dış ses’ var! Sizi, arzunuz dışında onun hayatına dahil olmaya zorluyor! Gelen telefonu yanıtlamanız mutlaka gerekli ise, diğer insanlardan uzaklaştıktan sonra konuşmanızı tamamlayabilirsiniz.
Düşünceli ve nazik olmak, biraz rahatımızı kaçırıyor elbette! Kalk, uzaklaş, konuş, yerine dön filan, uzun işler! Ama unutmayın, bir gün siz de bir karı-koca kavgasını, bir çek senet anlaşmazlığını, bir sindirim zorluğu problemini, bir ‘kuaför saçımı yaktı şekerim’ muhabbetini; tam güzel ve romantik yemeğin ortasında, öğle tatilinde gözlerinizi kapattığınız güneşli bir bankta veya çocuğunuz ile hayattan çaldığınız birkaç huzurlu park dakikasında dinlemek zorunda kalabilirsiniz! Gelin, birbirimize zulüm etmeyelim. Zaten dolu kafaların istiap haddini doldurmayalım. Cep telefonlarımız ile kıyıda-köşede diğerlerini rahatsız etmeyecek şekilde konuşalım!
(26.03.2011 tarihli Cumartesi Postası'ndan alınmıştır.)

Japon Olmak

İnci Tulpar
incitulpar@gmail.com
Japon olmak...
26 Mart 2011
Yazı Boyutu:
Japonya’yı ve Japonları tanıyor muyuz? Evet, evet, hani şu deprem ve tsunami felaketi üzerine bir de nükleer kabusu ile yürek dağlayan ülkenin çekik gözlü insanları... Ansiklopedik bilgilerle başlayalım yazımıza; Japonya ‘doğan güneşin ülkesi’ olarak bilinir. 3 binden fazla adadan oluşur. 128 milyonluk nüfusu ile, dünyanın en kalabalık ilk 10 ülkesi arasındadır. Kişi başına düşen gelir itibarı ile dünyanın Amerika’dan sonra en zengin ikinci ülkesidir. Teknoloji ve eğitimde ileri bir ulustur.
2011 Martı’nda dünyanın tanık olduğu en büyük depremi ve beraberinde gelen akıl almaz sorunları yaşamaktadır! Ama benim yazmak istediğim, Japonların deprem ve tsunami sonrası ekrana yansıyan vakur ve sessiz hallerinin hissettirdikleri... Gözümün önünden gitmeyen sahnelerden biri, sokaktaki insanların tek dizlerini yere koyup ölçeklerin bile ölçemediği büyüklükteki deprem anındaki tevekkülleri... Üyesi oldukları topluma karşı bilinçli, eğitimli, sorumlu vatandaş davranışlarını eksiksiz sergilemedeki başarıları...
Akdeniz coğrafyasının fevriliği ile Arap coğrafyasının dediğim dedik egoistliği arasına sıkışmış ülkemizde, en büyük ihtiyaç ‘duygu kontrolü’... Duygu kontrolü, Japonların küçük yaşta kazandıkları bir değer. Mütevazılıkları ile bilinen bu zarif kültürün insanları, sevinçte de üzüntüde de kendilerini kaybetmezler. Hem sevincini hem kızgınlığını havaya silah sıkarak gösteren toplumlar için aşağı görme amaçlı bir tanımlama ile nitelendirilebilecek bu hasletleri, özellikle doğal ve insan yapısı felaketlerin ardı ardına geldiği, maddi ve manevi dirençlerinin kırılma noktasına varabileceği bu kara günlerde, Japonya’yı ayakta tutan bir toplum değeridir.
Japonlar “Kao de warau kokoro de naku” (yüzü gülüyor fakat kalbi ağlıyor) der. Bu hafta tüm Japon yürekler ağlıyor. Onlarla birlikte bu ülkeden ekranlara ulaşan görüntüleri izleyen bizlerin de yüreği ağrıyor. Japon mitolojisi pek çok farklı hikâyeden oluşur; duruma en uygun olanını aktaralım: “Japonya’nın yaratılışı sırasında; İzanagi adlı bir erkek tanrı ve İzanami adlı bir dişi tanrıça varmış. Mit bu ya; İzanagi ile İzanami bir gökkuşağında cennetten inen ilk Japon çiftmiş. Cennet mücevherli bir mızrakla ilk okyanusu karıştırmışlar ve Japon adalarını yaratmışlar. Diğer tanrılar ve insanlar da bu çiftten doğmuş! ‘Ateş Tanrısı’ Kagutsuchi bu tanrılardan biri imiş. Ama hikâyenin bundan sonrası acıklı. İzanami, ateş tanrısı Kagutsuchi’yi doğururken yeraltı dünyası Yömi’ye inmiş, yani ölmüş! İzanami’yi kaybetmenin acısı ile İzanagi de oğlu Kagutsuchi’nin başını kesmiş!
Ardından da yeraltına inerek İzanami’yi ondan alan Yömi’nin savaşçıları ile savaşmış! Tekrar yeni bebekler yaratmak için yeryüzüne çıkarken de kötü savaşçıların gün ışığına çıkmasını önlemek için, iki dünya arasındaki tüneli büyük bir kaya ile kapatmış...’’ Mitolojinin gizli büyüsünde değerlendirirsek geçen haftaki deprem, İzanagi’nin yeryüzünü korumak için yeraltı dünyasının ağzına kapattığı bu büyük kayayı yerinden oynattı! Deprem, yeraltı tanrısı Yömi’nin ve onun kalbini yiyerek artık yeraltı dünyasına ait olan İzanami’nin insanoğlundan aldıkları intikamdır. Bugünlerdeki görüntülerde, İzanagi’nin çocukları olan Japonların, Yömi’nin karanlık güçleri ile süregelen savaşını görüyoruz. Tüm inançların yaratıcı güçleri onlara yardım etsin.
Brezilya’nın Elif’i
Hepimizin anımsadığı ‘Simyacı’ kitabının yazarı Paulo Coelho, bize Türk milleti olarak çok tanıdık gelen bir isim verdiği yeni kitabını yayınladı; ‘Elif’... Elif, kitaptaki bir karakterin adı değil. Ama kitapta bir Türk kadını da var. Hilal... “Peki Elif adı nereden çıktı?” derseniz, ‘Elif’ kitapta her şeyin başladığı, zaman ve mekan kavramlarının olmadığı boyut. Hilal ve Coelho’nun, Sibirya’da çıktıkları maceradan bile önce, ruhlarının birbirine aşina olduğu boyutu temsil ediyor. Brezilya, Rusya, Türkiye gibi farklı coğrafyaları harmanlayan kitap, haftanın ilginç okumalarından...
Çöpe atılan bebekler
Çok acı bir konuya dikkatinizi çekmek istiyorum: Çöpe atılan, sokağa terk edilen bebekler... Argo adları ile ‘piçler’! Korkunç bir kelime değil mi? Kaba, sevgisiz, nefret dolu bir tabir! Oysa bebek onlar! Bir bebeği kokladığınızda ‘nefret’ doğabilecek en son duygudur. Bir de onları doğurup atanlar var. Belli ki çaresiz, korkuyor ve yalnız... Çoğu 9 ay 10 gün hamileliğini gizliyor ailesinden. Nasıl yapabiliyorlar, o aileler nasıl anlamıyor, bilemiyorum; ama saklamayı başarıyorlar. Aslında ‘başarmak’ yanlış fiil. Çünkü başarı olarak adlandırılabilecek bir durum yok ortada.
‘Saklamayı kotarıyorlar’ diyelim en iyisi. Çoğu, kavga edilen evlerin şiddet dolu ortamında sevgisiz büyümüş çocuklar. Gençlik dürtülerini, bedenlerinin reaksiyonlarını, dövmeden kalkan elden gelen ilk yumuşak ten temasını, sevgi ile aşk ile karıştırıyorlar. Yapıyorlar bir hata. Büyük bir hata. Kendisi gibi 15-20 yaş aralığındaki erkek arkadaşlarından hamile kalıyorlar! İki çocuk da söyleyemiyor ailelere... Gizli saklı, banyoda, okulda, hastane tuvaletinde doğuruyorlar! Daha doğrusu ‘kız’ doğuruyor! Sonra, ya çöpe atıyorlar bebeği ya camii avlusuna veya sokağa...Gerçekten çaresizlikle geçen, uzun ve korkulu bir bekleyiş nedeniyle akıllarını kaybetme raddesine gelmiş şolan bazıları da yakıyor bebekleri!
Evet, anımsadınız o haberi değil mi? Unutmak istiyor hafıza ama vicdan unutamıyor bu hikâyeleri. Bu ‘istenmeyen’ bebekleri korumanın bir yolu olmalı. Toplumsal örf ve adetlere, aile ve geleneklere rağmen hâlâ doğuyor bu bebekler. O zaman ‘ölmelerini’ önlemek zorundayız! İsmini, cismini saklamak isteyen, ‘kendi çocuk’ anneleri veya babaları tarafından, sorgusuz sualsiz teslim edilebilecekleri bir sistem oluşturulmalı.
Sırf bebeği kurtarmaya odaklı bir sistem... Anneyi, babayı kayıt altına almayacak, ilerde arayıp sormayacak, onların da ailelerini bebekten haberdar etmeyecek bir sistem. Veya bu kayıtları ‘gizli, mühürlü’ saklayacak bir sistem. Mühürleri ancak mahkeme kaydıyla açılabilecek bir sistem! O zaman ‘duyulmasın’ korkusu ile bebekleri öldürmez ya da sokağa terk etmez anneler. ‘İsimsiz’ anne olarak, devlete emanet eder bebeğini. Genç anaları töreye, bebeleri ‘terkedilmişliğe’ kurban etmemek için, gelin düşünelim çareleri... Çünkü böyle bir sorun da var ülkemizde!
(19.03.2011 tarihli Cumartesi Postası'ndan alınmıştır.)