Cumartesi, Kasım 27, 2010

Anadolu'nun Kayip Sarkilari

'Anadolu'nun Kayıp Şarkıları'
27 Kasım 2010
Yazı Boyutu:
Bu güzel ülkenin türküleri, destanları, ağıtları, gazelleri, bozlakları, zeybekleri, dervişleri... Davullar, zurnalar, tulumlar, bağlamalar, sipsiler, cümbüşler, bendirler, kemaniler... Eşrefoğlu’nun ‘Al Haberi’ türküsü, ne güzel demiş: “Biz de Mevla’nın kuluyuz/ Yetmiş iki dil bizdedir...” Nezih Ünen bir müzisyen, bir akademisyen, bir fotoğrafçı olmasının yanısıra belli ki Anadolu aşığı bir hümanist, bir idealist.
5 sene Anadolu’yu il il, bucak bucak, ova yayla dolanıp, 350 saat çekim yapıp, dişsiz nineleri, saçı, beti benzi kül rengi dengbejleri, rembetiko okuyan Rum muhacirleri, soprano Ermeni bacıları, Romanları, atışan aşıkları, rakseden maşukları ve daha nicelerini kendi gönlünden, kamerasının gözünden, izleyenin içini inceltecek, ruhunu dolduracak, gözünü yaşartacak ve bitince seyredeni alkışlatacak kadar sevecen, sempatik, duygusal bir anlatım tutturmuş. Naif ama güçlü bir dökümantasyon, belgesel, bir Anadolu kanonu yaratmış.
Demircinin demiri döverken, gençlerin pamuk toplarken, tahta tezgahın ipek sararken, kadınların tokmakla derede çamaşır yıkarken, çiftçinin ekin biçerken, toprak kazarken, koca ninenin hamur açarken, hızmalı ananın bebe uyuturken tutturduğu ritm, aslında, bu yurdun insanının yüzyıllardır tutturduğu ritm. Kimse karışmadan, değiştirmeye çalışmadan, kimliğini alt üst etmeden önce; yan yana, omuz omuza, dip dibe yaşadığı toprakların ritmi. Yöresel ezgilerin hepsini en yalın haliyle kaydedip yörenin görüntüleri ile bezemiş Ünen.
Ama iş orada bitmemiş, stüdyoya girip öndeki yalınlığı bozmadan arkasını bazen senfoni ile, bazen rock ile, bazen gitarla, bazen çello ile bazen de ney ve klarnetle beslemiş. Canım horon kanı kaynatmış; dilsiz çoban, kuzularını kapan kartalları dansla anlatmış. Bu ülke yüzyıllarca bu farkları zenginlik olarak görmüş, Süryanisi, Yezidisi, Hıristiyanı, Müslümanı, şamanı izlerini bırakmış.
Nezih Ünen bize onların şarkılarını taşımış, hem de son derece usta işi bir müzisyenlik ve yönetmenlik ile... Sinemada kaçırdı iseniz, DVD’sinden seyredebilirsiniz ‘Anadolu’nun Kayıp Şarkıları’nı. Bu müthiş zenginliğin bir parçası olmanın getirdiği gururu yeniden anımsayarak....
Kelime Oyunu
Bloomberg HT Kanalı’nda her gün saat 20:00’dex sunucusu Ali İhsan Varol olan Kelime Oyunu, ailece severek izlediğimiz bir yarışma. Orijinal formatı Danimarka’dan alınma bu yarışmada soruları da çoğunlukla sunucu Ali İhsan Varol hazırlıyor. Sorular, Osmanlıca sözlüklerden, bulmacalardan, gazetelerden derleniyor; sözlük anlamları ile günlük kullanıma girmiş jargonlar birlikte harmanlanıyor ve son derece nazik, sevecen bir uslupla yarışmacılara yöneltiliyor.
7000 TL ödülü almak hiç kolay değil! Yarışmacılar gün birincisi, hafta birincisi gibi eleme aşamalarından geçiyorlar. Tüm bu parkurlar sonunda en yüksek puanı alan yarışmacı, pek çok kelime cambazı ve hızlı bir belleğe sahip rakibi eleyerek bileğinin hakkı ile birinciliğe ulaşıyor! Türk Dil Kurumu’ndan da ödülü olan bu zevkli ve kaliteli yarışmayı seyretmenizi hem rica hem tavsiye ediyorum.
Kucak Makinesi
İlk önce Oliver Sack’ın ‘Mars’ta bir Antropolog’ kitabında tanıştım onunla... 7 karakterin 7 öyküsünden biri onunkisi: Temple Grandin. 1947 doğumlu, Colombiya Üniversitesi profesörü... Kucak makinasının mucidi ve kendi kendine yetebilen otistiklerin belki de en meşhuru! Hayvan davranışları ve psikoloji üzerine çok önemli çalışmaları var. Amerika’daki mezbalarda, canlı hayvanların daha az eziyet çekerek kesilmesi, onun yaptığı bu çalışmaları sonucunda mümkün olmuş! Otistiklerin sözcüsü. Otizmin kapalı kapılarının aralanmasında son derece önemli veriler sağlayan bir bilim insanı. O, Temple Grandin! Şimdi hayatını anlatan bir HBO filmi ile karşımızda.
Temple Grandin’i, Claire Danes müthiş bir performans ile ekrana taşıyor. (Üstte afişi). Kucak makinesi’nin doğuşu, filmin dönüm noktalarından birini oluşturuyor. Zira Temple Grandin, aşırı duyarlı otistik bünyesini yatıştırmanın yolunu, orijinalde sığırları damgalamak için kullanılan ‘sıkıştırma makinası’ fikrinden yola çıkarak, kendi dizayn ettiği ‘kucak makinesi’ sayesinde çözüyor.
Bu makine, onu sakinleştiriyor, kalp atışlarını düzenlemesine, panik atakları ile başa çıkmasına yardımcı oluyor. Sadece otizm ile yaşayan ailelerin değil, tüm sinemaseverlerin mutlaka görmesi gereken, 6 adet Emmy ödüllü filmi, ülkemizde NTV ocak ayında göstermeyi planlıyor. Sakın kaçırmayın!
İnci Tulpar
incitulpar@gmail.com
Futbol ve Beşiktaş; iyi ki varsınız!
13 Kasım 2010
Yazı Boyutu:
Oğlu olmayan maçkolik bir babanın iki kızı olunca, kızlarını da ‘futbolsever’ olarak yetiştiriyor.
İlk anımsadığım bilinçli futbol seyretme anım, babamla birlikte, Zico’nun Brezilya Milli Takımı’nda top koşturduğu zamanın Dünya Kupası Finalleri’ne ait. O zamandan beri Türkiye’nin olmadığı uluslararası şampiyonalarda hep Brezilya’yı tutarım.
Yurt içinde ise benim için Beşiktaş esas takım, üstüne üstlük esaslı takım.
İlk Beşiktaş maçına, üniversite yıllarında eşimle gittim.
Allah’tan ‘baba takımı’ ile ‘koca takımı’ denk geldi de iki arada bir derede kalmadan ‘Beşiktaş’ diyebildim.
İlk stadyum maçında ‘Öğrenci maça gidince, yeri açık tribündür’ kuralı bizim için de geçerliydi.
Çok zevkli, üstelik galibiyetli ve de bol gollü bir maç izledik.
Yıllar içinde Beşiktaşlı olmanın tüm gereklerini yerine getirdik. Arkadaşlarla Büfe’de buluştuk, Çarşı’da balık yedik, stada yürüyerek gittik, maçı beklerken çekirdek çitledik.
Açık, kapalı, numaralı hepsinde oturduk.
Metin, Ali, Feyyaz, Rıza, Şifo... Hepsinin kariyerini yaşadık.
Arkasında bin tane farklı futbolcu ismi yazılı siyah-beyaz forma koleksiyonu edindik.
Şampiyonluk sonrası Barbaros Meydanı’nda halay çektik.
Çarşı’nın zekasına, duyarlılığına hayran olduk, ilk onlar söyledi, biz ezberledik, bağırarak tekrar ettik.
Çocuklarımızı da taşıdık maçlara. İzmir’den ziyarete gelen dedeler ve torunlar İnönü’de diz dize maç izlediler.
Hem kızım, hem oğlum, Beşiktaş ile büyüdü, Beşiktaşlı oldu.
Geçenlerde de Akatlar Basketbol Sahası’nda Beşiktaş Bayan Basketbol Takımı’nın maçına gittik.
Sadece 100 seyircili salonda maçı izledik. Basketbol izleyicisinin bu kadar az olmasına üzüldük. Neyse ki takım galip geldi, sevindik!
Akşam ise BJK-Sivasspor maçının ilk devresini rahat, ikinci devresini rahatsız izledik ama yine galip geldik, yine sevindik!
Futbol iyi ki varsın, Beşiktaş sen bir tanesin ve Çarşı teşekkürler...

SBS: Sabır-Beyin-Şans!

Geçen hafta genç beyin ve bedenlerin ızdırabı SBS’ye dikkat çekmek için, bu köşede 5. sınıf düzeyinde (!) bir sayı dizisi sorduk. Üzülerek bildiriyorum ki; gelen yanıtların çoğu yanlış! 9 13 16 9 49 ? sorusunda diziyi takip edecek sayı: 1600. Kural şöyle: 13 ile 9’un farkı 4’ün karesi 16’yı veriyor. Yine tekrar sayısı 9 ile başlayan dizide 49 ile 9’un farkı 40’ın karesi olan 1600, doğru yanıt.
Soruyu çözüp yanıt gönderenlerin neredeyse tamamını üniversiteli gençlerimiz oluşturuyor. Yanıtlayan diğer okuyucularımız ise emekli matematik öğretmenleri! Bu durumda şıklar arasında bulunan ‘öğretmenine sor’ seçeneğinin ne kadar doğru olduğunu da görmüş bulunuyoruz. SBS ile ilgili ‘denilebilecek/ yazılabilecek’ ve hali hazırda ‘denilmiş/yazılmış’ pek çok yazı var...
Benim diyeceklerim ise; SBS 12-14 yaş grubu çocuklarımız için bir eziyettir. Bedensel ve beyinsel olarak en esnek oldukları zamanı masa başında, test kitaplarına gömülü şekilde a-b-c-d çoğunsalına şartlandıkları, yetenek köreltici, hayal gücünü öldürücü, spor ve sanat faaliyetlerini kısıtlayıcı son derece vahim bir sistemdir!
Değiştirilmesine değil, kaldırılmasına uğraş vermemiz gerekir. İyi eğitilmiş, kültürlü, sanata ve spora yönelmiş, mutlu bir gençliğe sahip olmak istiyorsak; SBS yanlış bir yöntemdir!

New York’ta Beş Minare

Bu bir film eleştirisi yazısı değildir. Zaten ben de film eleştirmeni değilim. Kendimi ancak ‘iyi bir film izleyicisi’ olarak tanımlayabilirim. ‘New York’ta Beş Minare’ye niye gittiğimi bilmiyorum. Büyük ihtimalle başarılı fragmanı yüzünden... Az seyircili küçük bir salonda tek başıma seyrettiğim filmi ise; ne övebilirim, ne yerebilirim.
Söyleyebileceğim, film bende hiçbir iz bırakmadı. Bu da; belki de bir filmin ardından söylenebilecek en şanssız tümce! Sadece filmi seyrederken garip bir ‘tanıdık öğeler’ duygusuna kapıldım. Sanıyorum, klişelerin bolca kullanılmasından da kaynaklanmış olabilecek bu duygu içindeyken, aklıma nedense Leonardo DiCaprio’nun ‘Body of Lies’ (Yalanlar Üstüne) filmi takıldı.
O filmde de önemli ayetlerden alıntılar vardı. O filmde de, işkence yapan bir ajan (MK karakteri benzeri) vardı. O filmde de terörist yuvalarına baskınlar vardı. O filmde de Amerika’nın uluslararası politikalarının İslam terörünü körüklediği mesajı vardı. O filmde de iyi Müslüman-kötü Müslüman ve iyi Amerikalı kötü Amerikalı karakterleri mevcuttu.
O filmde de kendi davası için mesleğini suistimal eden istihbaratçılar vardı. O filmde olmayıp da ‘bizim’ filmde olan tek şey, Bitlis sahneleri idi... Bence ‘olmasa daha iyi olacak’ olan Bitlis sahneleri yüzünden, film tam bir kavramsal duygusal karmaşaya dönmüş! ‘Olmasa daha iyi olacak’ diğer bir unsur da Mahsun Kırmızıgül’ün canlandırdığı karakter.
Bu öğeler filmden çıkarılsa, geriye kalan film bir ‘Ahmet Ümit polisiyesi’nin Holywoodvari şekilde filme çekilmiş hali olarak izlenebilirdi. Merak ediyorsanız filme gidin ve bu kadar konusu olan bir film üzerine dönecek sohbetlerde ‘Fransız’ kalmayın!

Güzel bayramlar göreceğiz

Güzel bayramlar göreceğiz hepimiz; Bayramlaşmaya çıkan çocukların kaybolup ölü bulunmadığı... Kesilen kurbanların ihtiyacı olanlara dağıtıldığı... Kurban kanlarının oluk oluk yollara akıtılmadığı... Askerlerimizin canı için yanmadığımız... Büyüklerimizin yanına varmaya üşenmediğimiz...
Televizyon haberlerine sinir olmadığımız... Trafik kâbusları ile sabaha uyanmadığımız...
Güzel bayramlar göreceğiz hepimiz; küfürlerin, kavgaların, öfkelerin bizi bizden utandırmadığı... Bu bayram hepimize ‘bayram’ olsun...

Cumartesi, Kasım 13, 2010

Taksim Ahh Taksim

İnci Tulpar
incitulpar@gmail.com
Taksim; Ahhh Taksim!
13 Kasım 2010

Günler süren yağmurun ardından güneşli bir havaya uyandığınız ilk pazardan beklemeyeceğiniz tek şey olmuştur; Taksim’de BOMBA! İ
stiklal Caddesi kana bulanmıştır. Bir kez daha! Ne hissedersiniz? Öfke mi? Kızgınlık mı? Bıkkınlık mı? Yoksa; benim gibi derin bir üzüntü mü sarar içinizi? İstanbul öyle bir şehir ki her köşesinde hepimizin anıları var.
Denizi başka güzel, tepesi başka özel... Bebek’i, Haliç’i, Nişantaşı, Kadıköy’ü, Bağdat’ı... Hepsi nağme nağme sarar insanı. Ama Taksim... Ah o Taksim yok mu! İçimi dağladı oradaki bomba. Yaralılar, insanlar, hengame, koşuşturma, endişe, polisler, turistler... “Can kaybı yok” dedi televizyonlar...
Allah’a şükür! Ama ciddi bir yaralı daha var ortada: Taksim! O cadde ki, öğrencilerin yuvasıdır. Sinema günlerinin ilk göz ağrısıdır. Metronun son durağında inenlerin karanlık yer altından yaşama akışıdır. Hızlı yaşamın ta kendisidir. İstanbul’un nabzıdır! Her gittiğimde mutlulukla zamanı kaybetmeme neden olan, gözümü yorarken ruhumu dinlendiren, sonrasında gideceğim yere geç kalmama neden olan yavukludur. Kaç gün gitmeyeceğiz oraya, varmayacağız yoluna, korkacağız! Kimin ne hakkı var şehrimizin hangi köşesine gidebileceğimizi dikte etmeye?
Bunun yanıtı yalın bir şekilde verildi pazar günü; BOMBA’ların böyle bir hakkı var! Anneler çocuklarını aradı hemen; “Taksim’de değilsin ya evladım? Aman aman gitme oralara!”... 3 gün, 5 gün, 1 hafta, 1 ay, 3 ay... Ne kadar sürecek bu ayrılık? Gitmezsek Taksim’in yaralarını kim saracak?
Taksim yaşayacak! Çünkü Taksim ölüm değil, yaşamdır! Taksim candır!
Bıçak ile el’in buluşması: YEMEK
Lezzetli bir yemeği; bıçak keser, el hazırlar, tecrübe pişirir. Market alışverişlerine ve yemek hazırlama safhasına göz attığım ama yarışmacılar sofraya oturunca kapattığım ‘Yemekteyiz’ programı aslında bir halkın mutfak alışkanlıkları açısından ciddi bir araştırma. Et ve sebze alımından hazır ürünlerin kullanım yaygınlığına, küçücük meyve bıçakları ile katledilircesine kesilen sebzelerden tencerelere, musluk suyunda yalap şalap eritilmiş salçanın malzemeye boca ediliverilmesine kadar, yemeğin sıradan olacağını garantileyen pek çok uygulamayı bu programda izliyoruz. Oysa ki keskin bir çelik bıçağı, doğru şekilde tutup taze sebze ve etleri doğramakla başlayan yemek hazırlığı, son derece zevkli ve insanı dinlendiren bir uğraştır. Günlük koşturmaca içinde başvurulan ‘yemek çözümlemeleri’ özellikle gençlerimizi yemek yapma zevkinden uzaklaştırmakta. Bu hafta sonu güzel bir yemek bıçağı alın. Sonra en yakın pazar veya manavdan taze sebze, meyve, marul, salatalık edinin. Dereotunu, maydanozu, reyhanı, biberiyeyi ve kekiği dost belleyin mutfağınızda... Yaptığınız sadece salata bile olsa; çıkarın yeni bıçağınızı, yıkayın, doğrayın, süzün, harmanlayın tüm yeşillikleri. Sos için limon değil, mandalina sıkın. İçine sarımsak ezip yeşil elma ve kırmızı erik ekleyin. Ekşiyi tatlı ile, yeşili meyve ile buluşturursanız, kilosu 11 TL olan domatese ihtayaç kalmaz. Üstüne ceviz dövün, peynir serpeleyin... Çocuklarınızı da çağırın televizyonun başından. Yıkamaya yardım etsinler. Hem sizinle konuşsunlar, hem de ellleri tazeliklere dokunsun. Mutfakta vakit geçirsinler; hem kızlar hem erkekler... Playstation, bilgisayar klavyesi, cep telefonunun mikalarına alışık parmakları, sebzeyi, meyveyi, sirkeyi, limonu tanısın. Ailece herkese afiyet, sıhhat olsun.
Bahçenin yeni konukları
Hera ile Dora şiddetli havlamalarla protesto etmesine rağmen, bizim bahçeye ‘iltica’ etmiş bir kedi ailemiz var. Yandaki evde inşaat başlayınca ‘yaşam hakkı’ maddesine sığınarak geldiler, benim evin önüne yerleştiler. İki tekir bebek, bir tekir anne ve beyaz-sarman kırması bir baba mutlu mesut kapı önünde yaşıyorlar. Anne yavruları emzirmekle günü geçiriyor. Babanın ise tuzu kuru, yan gelip yatıyor! Yağmur yağdığında yüksek mazıların altına düşmüş kuru iğne yapraklarının üstüne sığınan mırnav ailesini, evin gerçek sahipleri Hera ve Dora’dan daha ne kadar koruyabiliriz bilemiyorum! Her fırsatta hızla dışarı fırlıyorlar. Onlardan kaçmak için el kadar yavrular 4 metrelik ağaçlara atıyor kendilerini. Tabii ağacın asıl sahibi karatavukların kızgın çığlıkları başlıyor. Patiler kuyrukları kovalıyor, kanat sesleri uçuşan tüylere karışıyor! Tüm bu olaylar, okul servis saati olan sabahın 07:15’in de gerçekleşince de hepsi birden tekerlek altında kalacak diye korkuyorum. Ve sorumluluğu bizim kapı numarasına ait olan yaygara, sıcak yataklarında beş dakika daha geçirmek isteyen komşularımın camında yankılanıyor. Güne böyle bir adrenalin ile başlamak gibisi yok! Sanırım yakında hepimiz buradan taşınmak zorunda kalacağız.
Seviyemizi belirleyelim
SBS’ye girme yaşında çocuğunuz mu var? Yandınız! Siz, biz, hepimiz yanmışız! SBS dünyasının test kitaplarından yapılmış labirentinde koşmak ve çıkışı bulmak zorundasınız! Peki, siz SBS’ye girseniz, kaç yanlış kaç doğrunuzu götürürdü? Nasıl, böyle sorunca endişeleniyor insan değil mi? Var mısınız beşinci sınıf düzeyinde bir soru ile kendimizi test etmeye?.. 9 13 16 9 49? Sayı dizisinde soru işaretli yere hangi sayı gelmeli? Hadi bakalım, size koskoca 2 dakika. Çözdünüz çözdünüz. Yoksa!.. Ah, az daha unutuyordum, işte şıklar:
a.81
b.101
c.1600
d.Öğretmenine sor!
Çözenler e-posta ile yanıtı gönderebilir. Çözemeyenler için yanıtı haftaya bu köşede!
(Bu yazı 06.11.2010 ytarihli Cumartesi Postası'ndan alınmıştır.)
Önceki Yazısı

Cuma, Kasım 12, 2010

Söz yazarına mı aittir, karaktere mi?

Söz, yazarına mı aittir, karaktere mi?
30 Ekim 2010

Yazı Boyutu: Çok etkilendiğiniz bir kitabı, içercesine, yutarcasına, kanarcasına okuduğunuz bir zamanı anımsayın. Hiç bitmesin istersiniz ama bir yandan da kendinizi alamaz, gittikçe daha hızlı okursunuz. Birden, bir söz çıkar karşınıza... Uçuşan gözlerinizi, merak eden beyninizi, kitabı yutup içselleştirmeyi uman hızınızı aniden stoplayan. Bir söz, bir tümce, bir anlam... İşte, o söz, yazara mı aittir, karaktere mi? Elbette kitap yazarın eseri olduğu için, sözler, tümceler, anlamlar da yazarın yaratılarıdır. Ama, bazen öyle karakterler vardır ki, yazarın elinden tutup sayfaları doldurmasına yardım ederler. Yazarla beraber yaşarlar, okuyan ile de... İşte Çevik Atmaca öyle bir karakter.

Yazarı Ursula K. Leguin onun yaşadığı diyarı, onun hayatını defalarca ziyaret etmiştir. İyi ki de öyle yapmıştır biz de okuyan olarak peşine takılıp oralara ulaşmışızdır. Kimsenin aklına gelmeyecek ama aslında çok tanıdık olan diyarlara.... Leguin, bir röportajda, bildiği iki işin yazı yazmak ve ev işleri yapmak olduğunu söyler. Ev işlerinin de yapılması gerekmektedir çünkü üç çocuğu vardır.

O, uzak diyarlardaki adalara çocuklarının isimlerini verir. Bir yandan da kendi rüyalarını yazar, rüyalar kendilerini açıklamalı diye düşünerek. Bu yazıyı, kıvrıldığı bilinçaltımdan çıkarıp ortaya döken, bugün 81 yaşında olan yazarın ‘Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar’ adlı denemelerini sindirme çabası değil. O denemelerin yarattığı istek ile ‘Öteki Rüzgara’ yönelen gözün yakaladığı Çevik Atmaca’nın bir sözü; “Dünya engin ve gariptir ama akıllarımızdan daha engin ve garip değil”.

Yerdeniz Büyücüsü

Yıllar önce okuduğum ‘Yerdeniz’ serisini, Eski Foça’nın dost sahillerinde yeniden okudum. Gördüm ki bir kitap, insana seneler sonra da aynı zevki veriyor, hem de daha doyumsamalı, daha duyumsamalı, çok daha farklı sözcüklerle konuşarak... Değişen; aynı dili, aynı sözcükleri, aynı sayfaların üstünde saklama görevini, yıllardır başarı ile yerine getiren kitaplar olmadığına göre; değişikliğin, insanın yaşında ve başında olduğunu düşünmek gerek. ‘Yerdeniz’ beşlemesi için ‘fantastik kurgu’ denilebilir.

Tüm gençlere gözüm kapalı tavsiye ederim. Genç yıllarımın tanışıklığının ardından, orta yaşta yaptığım bu okuma, bana debisi çok bir nehrin üzerinde sakin giden bir sandalda felsefe okuyormuşum hissi verdi. Biraz ‘Sophie’nin Dünyası’, biraz ‘Simyacı’, biraz büyü, biraz efsun, şifacılar, umuttan umut kesmeyen canlar, çokça tevekkül, ormanda, dağda, kırda yapılan uzun yürüyüşler sırasında karşılaşılan dost ve düşman ejderhaların dünyası sarıp sarmaladı beynimi... Bizim dünyamızın paralel fantastik yansıması sanki. ‘Yerdeniz’ serisi bir hikaye ama gerçek değil. Bir öykü ama anlattığı insanlar bu çağdan değil. Çok bildiğimiz bir şarkı gibi “İşte öyle birşey”; herkesin kendisine göre yorumladığı.... Kitabin yazarı Ursula K. Leguin, Metis Yayınları.

Sizin internet kaç saat?

İnternet sağlayıcılarından çeşitli kullanım paketleri almak mümkün. İş yerinde zaten internet erişiminiz varsa, evde sınırsız internet kullanımına gerek duymayabilirsiniz. Ama duyuyorsanız, “İnternetim su gibi aksın, hiç kesilmesin” diyenlerdenseniz, basit bir test yapmanızı öneriyorum. Bir gün içinde internet ile diğer bilgi ve haber kaynaklarını (TV, kitap, gazete) ayırarak sürelendirin.

Sonuç beklenmedik çıkıyor. İnsan kendine konduramazken acı gerçekle yüzleşiyor! Evinde on gündür interneti kesik olan bir arkadaşım, sonunda internet aboneliğini iptal ettirdi. Tekrar yaşamla, kitaplarıyla ve insanlarla buluştuğunu söylüyor. Sanal arkadaşlığın kolaylığı yüzünden aslında insansız bir yaşama geçtiğini kabullenebilmesindeki etkenin ‘kesik internet’ gerçeği olduğunu hepimize anlatıyor.

“Ben bağımlıydım” diyecek kadar cesur! Peki siz bir internet bağımlısı mısınız? Ya da şöyle soralım; internet mi size hükmediyor, siz mi internete?..

(Bu yazı 30.10.2010 tarihli Cumartesi Postası'ndan alınmıştır.)

Kamuniak Bir Kenya efsanesi

Kamuniak; bir Kenya efsanesi
23 Ekim 2010

Belgesel kanallarını seyretmiyorsanız, hele ki çocuklarınıza seyrettirmiyorsanız, ailece çok şey kaybediyorsunuz! ‘Bir Dişi Aslanın Yüreği’ isimli belgeseli ilk yayınlandığında kaçırmışım. Tekrarına rastlayınca ayrılamadım ekrandan. Duygusal bir şekilde seyrettim bu olağanüstü çekimi, belgeseli, yakınlaşmayı... Dişi aslanın adı: ‘Kamuniak. ‘Kutsanmış olan’ anlamındaymış.

Kamuniak, 3 yaşında, yeni ergenliğe ulaşmış bir dişi aslan... Yavrusu ise yeni doğmuş bir antilop yavrusu! Kamuniak’dan korkan anne antilop, yavrusunu bırakıp gidince Kamuniak onu evlat ediniyor. Hatta annesinin bazen gelip emzirmesine ve yavru ile oynamasına da ses çıkarmıyor. Uzakta duruyor. Ne anneye ilişiyor, ne yavruya... Ama anne gelmediğinde Kamuniak yavruyu besleyemediği için küçük antilop besinsiz kalıyor.

Yavruyu bırakıp ava çıkmak istemediği için Kamuniak da güçten düşüyor. Yine de, yavru antilobu diğer yırtıcılardan korumak için elinden geleni yapıyor. Puma ile bile kavga ediyor ve onu yavrusunun yanına yanaştırmıyor. Ta ki Kamuniak yavruyu da alıp nehre, su içmeye gittiği güne dek... O gün Kamuniak yorgunluktan uyuyakalıyor. İşte o zaman bir erkek aslan, küçük antilopu bir çırpıda parçalayıp yok ediyor. Kamuniak uyanıp müdahalede çok geç kaldığını fark ettiğinde, ancak bir annenin duyabileceği bir yas yaşıyor.

Ağlayarak erkek aslanın çevresinde dolanıyor, sonra da ormanın derinliklerinde kayboluyor. Doğanın bir aslana verdiği annelik duygusunun büyüklüğüne şaşırmamak mümkün değil. Kamuniak’ın olağanüstü hikayesi bu kadarla da kalmıyor.

Belgeselciler, Kamuniak’ın o günden sonra en az 6 antilop yavrusunu daha evlat edindiğini ıspatlıyor. Kamuniak, Kenya’da son olarak 2004 yılında görülmüş... Sonra kendisinden haber alınamamış. O zamandan beri hikayesi bir Kenya efsanesi... Doğa mucizelerini kaçırmamak için belgeselleri çocuklarınızla beraber izleyin. İnsan yenileniyor, hafifliyor.

Ağır yüklü yürekler

Zordur ağırlığı taşımak... İnsan en kısa zamanda, refleks olarak sırtından indirmek ister ağırlığı.

Hamallığı meslek olarak yapanlar yüke mecburdur. Sırtları bükülene dek, taşır, taşır, taşırlar...

Yüreksel yük ise, taşınamaz bir ağırlıktır.

Sırtı bükmez ama canın ferini söndürür. Gözler önce fevri, sonra fersiz bakmaya başlar.

Akıl dolapbeygirine biner, donmuş kan akmaz damardan, surat bembeyaz kesilir.

Yemek içmek olmayınca yuvalarından fırlamış göz bebekleri yüreğin acısını haykırır.

Ruh, karanlığı konuk eder.

Yüreğin ağırlığı o kadar çekilmez olur ki, Van Gogh’a kulak kestirir, Guy de Maupassant’a ‘Ölüm Kadar Acı’yı yazdırır, kendinden kaçabilmek için enginlere yelken açtırır...

Kaçış bazen tekneyle, bazen trenle, bazen yaya olur. Ama hep bir sırt çantası ile...

O çantanın yükü artık göğüse sığmayan yürektir.

Atış temposu ‘’yaşam yaşam’’ diye değil, ‘’ölüm ölüm’’ çarpan yürek...

Akıl desen, yüreğin çaresizliğini düsünmekten sarhoş, kendi labirentinde kayıp!

Yüreğin ağırlığı yenmiş aklı...

Tek çıkar yol, ağır yükü indirmektir yürekten. Gevşetmektir akıl ile yürek arasındaki ipleri...

Düşünme artık ‘’Akıl’’, rahat bırak ‘’Yüreği’’!

Ağlatır ağır yürekler beni... ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’ misali...

Tüm ağır yüreklerin hafiflemesi dileğiyle...

Okullara ‘renk’ gelsin!

Üçüncü sınıfa giden oğlum, haftayı Marc Chagall’ın tablolarını araştırarak geçirdi. Okulunda yeni başlayan bir uygulama kapsamında her ay bir ressamın eserlerini inceliyorlar, sanatçının hayatının önemli olaylarına değiniyorlar. Resim dersini ‘hayatın rengi ve genel kültürün öğesi’ olarak ele alan öğretmenleri sayesinde çocuklar hem öğreniyor, hem eğleniyor. Türk ve yabancı diğer ressamlar da sırada. Dileğim, bu uygulamanın tüm okullara yayılması...

Fırsat eşitliği

Edirne’den Kars’a, Samsun’dan Anamur’a kadar tüm çocuklarımız en azından bir derste renklere doysun! Bu dilek elitist bir yaklaşım değildir, istersek yapılamayacak kadar zor da değildir. Ülkemizde sanatı sosyoekonomik şartlara bağlı olmaktan çıkararak, genel kültürün pek çok kapıyı açtığı bir dünyaya çocuklarımızı hazırlamamızı sağlayacak fırsat eşitliğidir.

Düğünler güzeldir

Düğünler güzeldir
16 Ekim 2010

Tüm ailenin bir araya gelmesi, yeni bir aile ile tanışmak, ailelerin karşılıklı akrabalık kodlarını anlamaya çalışmak, daha ‘dün gibi’ kendi düğününü anımsarken çalan müziğin ritmiyle tempo tutmak; güzeldir.
15 yıl geçmişse aradan, güzel küçük insanlar yaratılmış, büyütülmüş, iyi günde gülünmüş, anılar paylaşılmış, kötü günde küsülmüş, ağlanmış ama yine de her gün kalpler ve gözler sadakatle bağlanmış ise birbirine; hoştur tanıklık etmek daha yeni yola çıkan iki genç insana...
Birlikte bir hayatın başlangıcıdır düğün... Hayat yolcuları ve onları bu yolculuğa uğurlamaya gelen sevdikleri için çok özeldir...
Anne-baba neslinin ağırbaşlı duruşu, dik başları ve etrafta oynayan torunlarına bakarken gözlerinde oluşan pırıltı, 40 sene önce ‘iki’ iken şimdi ‘on’ olmanın keyfiyle yüzlerinden eksik olmayan gülümseme; görülesi, varılası, öğrenilip uygulanası bir mutluluk formülüdür.
Ortanca neslin, aralarından birinin mutlu gününde yanında olmak için dünyanın ve memleketin dört yanından yollara düşüp gelmesi, mini minnacıkların sepet örgülü, kurdeleli saçları, rugan pabuçları, fırfırlı etekleri, küçük kravatları ile herkes tarafından okşanan başlarını, çok çok öpülen ruj lekeli yanaklarını, piste çıkıp döne döne dans etmelerini izlemek güzeldir...
Doğacak bebeklerin müjdesi, yeni işlerin tebriği, talihsiz haberlerin tesellisi, mutlu günün de etkisi ile coşan yüreklerden taşan iltifatlar; evlenecek çiftin salona girmesi beklenirken; dillenir, söylenir...
Büyük ve herkesin aynı anda konuşup güldüğü ailelere sahip olmak, ne büyük bir zenginliktir...
Ailenin gelinleri, damatları, çoluk çocuk, yeni evlilerin ilk dansından sonra piste çıkar ve farklı coğrafyalarının uzaklığı yüzünden geçen ayrı zamanlara inat, oynak ritimlerde kenetlenir.
Gençler iyice yorulup masalarına döndüğünde ise ‘41 kere maşallah evlilikleri’nin şarap gibi yıllanmış insanlarını vakur, zarif dönüşlerle tango ve vals yaparken seyretmek, özel bir ana ortak olmaktır.
Babaların anneleri dansa kaldırırken ceket iliklemeleri, her daim annelerin hafif kızaran yüzlerindeki mahcubiyet ve dudaklarında Mona Lisa gülümsemesi ile zarifçe bu teklifi kabul edişleri, bele konan elin nazik kavrayışı, hele ki avuca bırakılan parmaklardaki güvenen tutuş
“İşte...” dedirtir insana, “... varılacak durak bu olmalı”!
Düğünler güzeldir. Düşünceleri, hayalleri alır, hem geçmiş zamana, hem gelecek günlere götürür.
Birkaç saatliğine; mutluluk, sevgi, dostluk, iyi niyetler doldurur havayı ve insanın ruhuna iyi gelir.

Süper fikir!

En sonunda kış hamileleri erik, kiraz ve çağla badem yiyebilecekler!
Evet, aşerme halinden söz ediyorum. Aşerme, modern dünyada bir nev’i ‘kapris’ yapma olarak görülse de aslında mucize makine vücudun, bebeğin ve annenin neye ihtiyacı olduğunun sinyallerini vermesidir. Tam tersi durumda da iğrenme hissini, korunma mekanizması olarak kabul etmek gerekir. Kış başında semt pazarında hamile gelinine kiraz arayan orta gelirli emekli amcanın, sabaha karşı uyandırılıp dut peşine salınan kocanın halinin pahalı da olsa çaresi var artık: www.aseriyorum.net. Ne demiş eskiler; “Ye tatlıyı getir atlıyı, ye ekşiyi getir Ayşe’yi”.

Mezunlar Günü

“7’sinde neyse 70’inde de odur” atasözüne itirazım var.
Kimse aynı kalmıyor. Zaman, kayayı aşındıran deniz gibi çarpıyor insana, törpülüyor, cilalıyor...
Birlikte yıllanmadığınız insanları seneler sonra görmek; işte bundan zor geliyor bana.
İnsanı hayatın dalgalarıyla aşınmadan önce tanıyanlar, aradaki zamanı yok sayarcasına, karşısındakini aynı bulmayı bekliyor.
Oysa kimse aynı kalamaz 20 sene boyunca.
Herkes kendini yeniden keşfeder, baştan yaratır!
Mezunlar günlerinde birbirinin 20 yaşını bilen insanlar bir araya gelir.
Karşındakini ‘bildiğini’ farz ederek başladığın muhabbette, tamamen başka bir kişi ile konuşuyorken buluverirsin kendini!
Isınamıyorum bir türlü ‘mezunlar günleri’ sohbetlerinde... Hep ‘yarım kalmış’ hissi ile bitiyor mezunlar günü tecrübesi benim için...
Göregeldiklerim zaten benimleyken, göremediklerim’ 20 yıl sonra görmek çok zor geliyor bana.
İnsanın insana gösterdiği bu merak neden?
“Kim, nerede, kiminle, ne yapıyor”u öğrenme uğraşı; hele ki ihtiyacı...
Fakat, tesadüfen hayat karşılaştırırsa, adı ‘mezunlar günü’ olmayan bir günde iki eski arkadaşı, yeni sayfa açmak gerek karşılıklı.
Zaman akıp gittikçe kimse aynı kalmıyor.
Herkes, her gün, her olay ile değişiyor. Bernard Shaw’un dediği gibi, keşke ‘yaşanmadan akıllanmak’ mümkün olsa...

Talihsizlikler ve kalp kırıklıkları

Hayatımızda defalarca karşılaştığımız talihsiz durumlar vardır. Bazen bizim başımızdan geçer, bazen bir tanıdığımızın. Başkasının başına gelen şanssızlıkları duyduğumuzda üzülürüz ama, sonra insanca bir ferahlama kaplar içimizi; “Allahım, şükürler olsun bunlar bana olmadı”...
Talihsizlikler belki karmanın (evrensel enerji) sonucudur, belki kaderin oyunu. Genelde sonuç, kırılan kalpler, örselenen maneviyatlar ve içi acıyan insanlardır.
Böyle durumlarda gönül dostluğu önemlidir. Yamacına ilişme, bir demli çayı paylaşma, derdi dinleme pansumanıdır, içi yakan kör talih yarasının.
Zamanı geri döndürme, yaşanmışı baştan yazma gibi sihirli gücü olmayan insanlar için, ağır bir kalbe gösterilecek anlayış, çoğu zaman tek teselli olabilir... Zaman ve dostlar herşeyin ilacıdır.

Siz ekimi sever misiniz?

Siz ekimi sever misiniz?
09 Ekim 2010

Zor aydır ekim. Biten yazın arkasından rüzgarı, yağmuru, dökülen yaprakları ile geliyor oluşu sevimsizleştirir onu. Üste örtülen yorganlar, sandıktan çıkan kışlıklar, kurulması gereken sobalar, hepsi gri bir tasa düşürür insanın aklına. Alınacak montlar, yeni botlar, yakılacak odunlar, artacak faturalar da hiç yardımcı olmaz zavallı ekimin zaten zayıf olan imajına
Halbuki ben severim ekimi. Şaşkınlıkla “Neden ki?’’diye sorduğunuzu duyar gibiyim, işte nedenlerim:
Balıklar tablalarda hoplar ekimde... Palamut zamanıdır. Hamsiler gümüş gibi parlar yağmur sonrası açan ılık güneşte...
Mandalina çıkmıştır. Eller mis gibi narenciye kokar. Amasya elmaları küçük gövdeleri ile ‘albeni’ sunarlar insana.
Ekim havasında yürümek çok zevklidir. Terlemeden, üşümeden... Önüne bakarken insan, görüverir yerdeki sarı yaprakları.
Ben, her ekim üç yaprak atarım bir kitabın içine. Mümkünse biri kırmızı sığla ağacından, diğeri ulu bir çınardan, üçüncü ise... Artık ne düşerse bahtıma...
Bir de tarih yazarım sayfaya. Benden sonra birilerinin o kitabı okuyacağını umarak...
Gökyüzü de hareketlidir ekimde. Göçmen kuşlar kanat çırpar yükseklerde... Fotoğraf çeken kuş sevdalıları da severler ekimi. Güneş diğer yarımküreye kaçmadan bir kaç kez daha fotoğraflamak şansı vardır uğurladığımız uçan dostları.
Sinemalar, tiyatrolar kapılarını açar ekimde. Sanatseverler, akılları dışarıdaki güneşli havada kalmadan gösterimlere koşar.
Hem kitap fuarı da ekimde başlar. Bir yılda binlerce sözcük tümceleşmiş ve kimi deri, kimi karton kapaklı kitaplarda görücüye çıkmıştır.
En hoşu da soğuk hava dışarıda hükmünü sürmeye başladığında, elindeki yeni kitaba ve dumanı tüten sıcak çorbaya sığınmaktır.
Hele ki o çorba ekim ayının tatlı balkabağından yapılmış ise...

Çorba zamanı

Kabuğu iyice temizlenmiş yarım kilo balkabağını, bir küçük elmayı, bir küçük kırmızı soğanı, yarımşar kereviz, kabak ve patatesi, bir yandan şarkı mırıldanarak, bir yandan eli çalıştırarak küp küp doğrayın. Dibi altın rengine bürünmüş tencereye zeytinyağı ile birlikte atın. Üstüne de ılık su ekleyin.
Sonra alın elinize tuz, karabiber, kimyon ve köri baharatlıklarını... Aman acele etmeyin boca etmekte. Çünkü bu, çorbanızın tadının kader anı. Baharatı, özellikle kimyon ve köri miktarını damak tadınız belirlemeli. Yavaş yavaş, çimdik çimdik, koklaya tada ekleyin her bir baharatı.
Ben az köri, daha fazla kimyon koyuyorum. Hintli değil de Türk olduğumuz için sanırım! Mavi alazlı ateş sebzeleri yumuşatınca küçük mutfak aleti varyasyonlarından biri ile günbatımı renkli, neredeyse Mısır Çarşısı kokulu çorbanızı pürüzsüz olana kadar girdaplayın. Ahhh unutmadan; mönüde sadece çorba bile olsa, beyaz bir örtü üzeri kızarmış ekmek eklerseniz yanına... Mutlaka diyen olacaktır; “Vay vay vay çorbaya bak!”.

HULDA

Geçtiğimiz haftanın güzel havasında Balat’a düşürdüm yolumu. Amacım, Hulda Festivali kapsamında yer alan Plato Sanat Merkezi’ndeki ‘Sanat ve Bilime Yolculuk’ sergisini ziyaret etmekti. Bir de Hulda adlı gemideki ‘İlhan Koman Sergisi’ni... Hulda, 23 Kasım’a kadar Hasköy’deki Beyoğlu Belediyesi Yelken Okulu karşısında demirli.
Gemideki İlhan Koman eserlerini görmekten ve görevli pırıl pırıl iki genç insanla tanışmaktan mutluluk duydum. Festival kapsamında rehberlik ve atölye çalışmaları da gerçekleştiren bu gençler, Hulda’ya, Hulda da Hasköy’e çok yakışmış. Zülfü Livaneli’nin hayatını anlattığı ‘Sevdalım Hayat’ı okuduğumdan beri merak ettiğim Hulda ile siz de tanışmak isterseniz, bu hafta sonu İstanbul’un güzeller güzeli Balat’ına uzanmak yetecektir.

KINOA nedir?

Kinoa (Quinoa) bir mucize tahıl! San Fransisco’da yaşayan arkadaşım Ayşe sayesinde onunla tanıştım. Kinoa pilavını ilk kez onun evinde yedim. Bu çıtır çıtır bulgur benzeri tahılı o kadar beğendim ki bir paket kinoa İstanbul’a geldi. O zamandan beri, sebze çorbalarında veya pilavını yaparak kullanıyorum. Tanımadığım bir besini bu kadar sevip benimseyince hem biraz araştırmasını yaptım hem de paylaşmak istedim.
Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından ‘komple protein besini’ olarak listelenen kinoa, tüm temel aminoasitleri içeriyor. Üstelik glütensiz! Antik İnka tahılı olan kinoa, İnkalarca ‘tahıl ana’ olarak anılmış. NASA tarafından da uzun uzay uçuşlarında, araçta yetiştirilecek tahıl olarak seçilmiş!
Biz Türkler için daha anlaşılır bir şekilde tasvirlemek gerekirse, görünüşü kuskusbulgur arası olmakla birlikte tadı ikisine de benzemiyor. Pirinç ve bulgurun alternatifi olabilecek bu değerli bitkiyi, umarım en kısa sürede Anadolu topraklarında da görürüz. Değerli çiftçi dostlardan da çok sayıda POSTA okuru var nasılsa!

Deneme Kabini Sakinleri

Deneme kabini sakinleri
02 Ekim 2010

Mağazalardaki deneme kabinleri ile olan ilişkim iyice çetrefilli bir hal aldı yıllar geçtikçe. Artık öyle bir duruma geldik ki kabinin şeklini şemalini beğenmezsem, binbir zahmetle askılardan seçtiklerimi denemekten vazgeçiyorum!

En önemlisi kabinin yüzölçümü elbette...

Duvara toslamadan giyinecek kadar yer yoksa ben baştan yokum o kabinde!

Diyelim ki girdim, denemeye niyetlendim, askı sayısı engeli ile karşılaşıyorum bu sefer de. Niye sadece iki adet askı?.. Daha çok olsa olmaz mı?..

Hadi ona da katlandık diyelim, perde ya sağdan ya soldan açılır. Kabin önünde yardımcı satış elemanı hiç bulunmaz! 38 zaten olmaz, üst bedenleri denemek ruha iyi gelmez, ayna düzgün göstermez, ayakkabın uymaz, of ki of...

Zaten tam zor bir şey denerken telefonu çalar insanın!

Kapı varsa kilit yoktur, kilit varsa sapı yoktur. Ya da kapılar, kovboy filmlerindeki bar kapısı gibidir! O kabinlerde, tam zar zor giyinirken yan kabinde deneme yapan dişisini bekleyen uzun boylu bir beyefendi ile göz göze gelinir. ‘Neden kabinin dibine kadar sokuldu ki!’ diye hırsla söylenirken iş anlaşılır... Bu bir “yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz hep beraber” ilişkisidir! “Nasıl oldu sevgilim?” diye sorar yan kabindeki kadın. Bir elinde kadının çantasını, mevsim kış ise diğerinde paltosunu taşımakta olan uzun adam, şöyle alıcı (!) gözle bakar ve...

a- Kavga çıkarmak istemiyorsa “Harika oldu aşkım” der.

b- Maç nedeniyle alışverişi hızlı sonlandırmak istiyorsa “Çok iyi, hadi alalım” der.

c- Hala ilişkinin hassas dengelerinin kodunu çözemediyse zavallım “Sen bilirsin” der.

d- Canına tak ettiyse de yorum yapmaya niyetlenir; ki işte günün geri kalanından hayır gelmeyeceğinin habercisidir o yorum.

Herkes mutsuz bir şekilde ayrılır dükkandan.

Benim favorim ‘sen bilirsinciler’, kabin stresime bir nebze mizah katıyorlar!

Mardin caz dinler mi?

Geçen haftanın iki önemli olayı üst üste gelince atlar zıplar düşüncelerim ikisi arasında bağlantı kurdu. Yukarıdaki soru da işte tam o anda çıktı!

Mardin ile caz müziğinin alakasının daha iyi anlaşılması için, birlikte bir kaç gün geriye gidelim...

Bir gece, elimde bu yılki Akbank Caz Festivali programı ile oturmuş, kendimi konser konser dolaşırken düşlerken, gözüm ekrandan geçen güzel insanların üstündeki pamuklu, pazen, kadife, muhteşem kostümlere takıldı.

Folklorik renkler geçidine kitlenen gözlerim, caz hülyalarından sıyrılmış, İpekçi’nin Mardin defilesine bakıyordu!

Cazla meşgul aklım ile defileye dalmış olan gözlerim arasında kalan beynim bir türlü konsantre olamayınca harmanlayıverdi ikisini!

Mardin ve caz!

Son yıllarda kültürel olarak değişik organizasyonlara ev sahipliği yapan sarı ışıklı şehirde doya doya caz dinlemek arzusu yükseldi ruhumdan.

Ne dersiniz, birileri Mardin-caz buluşması dileğimi duysa; memleketin dört yanından cazseverler Mardin’de toplansa...

Mardin caz dinler mi?

Köpek sahibi olmak

Bence çok gereksiz bir eylemdi. Ta ki çocuklarımın ve eşimin ısrarları ile alınan dişi Labrador Hera ile tanışana kadar... Utanarak itiraf ediyorum ki, Hera karşıtı bir kampanya yürüttüm. Hem de var gücümle... Yine de geldi Hera. Bir yaşından büyüktü aldığımızda. Bal rengi tüylü, bal rengi gözlü bir Labrador. Son derece de akıllı. Aynı zamanda da bilmiş, oyuncu, yemeğe düşkün. Benden çok eşime düşkün, çocuklarla son derece dost, o zaman 4 yaşında olan oğlumun oyun enerjisinin aynısına sahip, 10’dan fazla komut bilen, insanın gözünün içine bakan bir kız... İlk günler tarttık birbirimizi. Yediğinden içtiğine, aşısından kakasına, kaçıp kaçıp etrafı keşfetme merakına kadar her yaptığına kusur buldum. Anlayacağınız; doğuştan hayvanlara düşkün biri değildim. Hiç bir hayvana kötülüğüm dokunmadı. Hatta maddi olarak çok yardım ettim barınaklara ama hepsi o kadar. Bu halimi Hera değiştirdi. Yavaş yavaş, adım adım eğitti beni. Çocuklarıma gösterdiği sevgiyle, karşılıksız bağlılığıyla, ruhuma iyi gelen bakışlarıyla, her gün evin kapısında karşılamasıyla, yanımda yürüyüp kuyruğunu sevinçle sallamasıyla girdi hayatıma. Hatta şimdi kızı da var yanımızda. Dora. İkisi hakkında da anlatacak çok hikayem var. Günler getirdikçe sözü onlara, burada olacaklar.

Acelecilik

Bir gen midir yoksa bir davranış biçimi mi? Ya da kültürel bir öğreni mi? Bu sorulara ancak çeşitli uzmanlar yanıt verebilir. Benim bugün yazmak istediğim, aceleciliğin insanın başına dert olduğu... En basit günlük işlerden en önemli kararlara kadar, acelecilik istenmeyen sonuçlara yol açıyor. Benim, kardeşimin düğününe yetişmeye çalışırken ev anahtarını evde unutmamdan tutun, Digitürk çıktığında alelacele üye olmaya giderken babamın arabasını çarpmama kadar pek çok acele anılarım mevcut maalesef. Böyle örneklendirince, sanki suç aceleciliğin değil de dikkatsizliğinmiş gibi dursa da dikkati zayıflatan acelecilik değil mi? Son senelerde karakterimin aceleci yönü ile baş etmeye çalışıyorum. ‘Karar’ almadan önce uyumayı, konuşmadan önce soluklanmayı, yutmadan çiğnemeyi, gitmeden düşünmeyi öğretmeye çalışıyorum kendime... Hem acelecilikten gördüğüm zarar azalıyor hem de sabrım gelişiyor!

O mu Bu mu?

O mu bu mu?
25 Eylül 2010

Twitter mi FaceBook mu?

- Kesinlikle Twitter, çünkü daha gerçek, daha özgür, daha güncel.

Gazete mi internet mi?

- Daha yoğun bir okuma zevki verdiği için kesinlikle gazete!

Yahoo mu Google mı?

- Hızlı, etkili, doğru sonuçları ile Google.

Haber programı mı dizi mi?

- Sözleri sakız eden konukları ve konuları uzatan senaryoları yüzünden hiç biri! Konuya odaklı iyi yönetilen haber programları ve akıllıca yazılmış, aceleye getirilmeden çekilmiş dizileri hak ediyoruz.

Pilav mı makarna mı?

- Elbette pilav. Hem de envai çeşidi ile...

Kedi mi köpek mi?

- Ben köpekleri daha çok severim ama tüm kediler de beni sever!

İstanbul mu, İzmir mi?

- Kışın İstanbul, yazın İzmir. Varsa her mevsimi güzel illerimiz, benim gibi bir gezme görme aşığı ile paylaşırsanız makbule geçer.

Kiraz mı vişne mi?

- Kiraz evin nazlı kızı, vişne biraz uzak kuzendir sanki... Vişneyi severim. Çeşit çeşit tatlısını ve yemeğini de...

İşte size vişneli bir yemek!

Taze asma yaprakları, dolma olarak sarılmak için emre amade bekliyor... Salamura halinden daha sıcak su ile haşlanan yapraklar, dolma etli ise küçük, zeytinyağlı ise tombulca sarılabilir. Yarım kilo yaprak, 350 gram kıyma malzemesi ile tek kişi 3 çeyrek saatte sarar! Bu meşakkatli iş sırasında eller meşgul, akıl ise özgür oluyor. Azıcık yağlı kıymaya elde (bu kadar Osmanlı mutfağı yadigarı bir yemek yaparken elin tadının yemeğe geçmesi için mutfak robotu yasak), incecik doğranmış soğan, tuz, karabiber, az kuru nane, salça ve mühim içerik su koyup yoğuruyorsunuz. Haşlanmış yaprakları ufak ufak sardıktan sonra, tencereye diziyor, 1 adet kırmızı soğan doğruyor, az salça ve yağ ilavesiyle bu sosu pişiriyorsunuz. Daire şeklinde dizilen dolmaların üstüne 1 tutam tuz, 1 tutam sumak ve 1 kase vişne koyarak az sıcak su ile pişiriyorsunuz. Sonra da az sarımsaklı yoğurt ve kızarmış Trabzon ekmeği eşliğinde keyifle yerken ‘vişne ile asma yaprağının aşkını mutlaka yazmalıyım’ diye düşünüyorsunuz!

30 yıllık kitap

İnternetin olmadığı zamanlardı... Bana, kalın beyaz bir kitap almıştı babam. İçinde tarihteki ünlü kişiler ve çini mürekkeple yapılmış portreleri vardı. Madam Curie, Kleopatra, Jan Dark, Sezar, Edison kimmiş, neler yapmış, o kitaptan öğrenmiştim. Sonra yok oldu evden. Ya taşınırken kayboldu veya başka bir öğrenciye hediye edildi. Evde herkes kitabı anımsıyor fakat kimse akıbeti konusunda yorum yapamıyordu. Ben ise, çok sevdiğim ve yararlandığım bu kitabı, ilköğretim çağındaki çocuklarımın da okumasını istiyordum. O kitabı bulma umudu ile, Taksim Gezi Parkı’nda düzenlenen 4. Sahaflar Festivali’ne düşürdüm yolumu. Özellikle yaşını başını almış sahaflar, tarifimden sonra, kitabı anımsadılar. Her sergiye sorduktan sonra, birkaç güne kadar temin edebileceğini söyleyen bir sahaf, beni çok mutlu etti. Heyecanla bekliyorum! Sizin de edinmek istediğiniz kitaplar, eski dergilerin sayıları, taş plaklar, film posterleri varsa mutlaka sahaf festivaline uğramanızı öneririm. Sahaflar, eski kitapçılar, tüm dünde kalmış eserler sizi bekliyor. Günü, düne bağlayan müthiş bir yolculuk yapıyor insan.