Cumartesi, Aralık 25, 2010

Farkli Ulkenin Torunlari

İnci Tulpar
incitulpar@gmail.com
Farklı ülkenin torunları
25 Aralık 2010
Yazı Boyutu:
Belki sizin ailenizde de farklı bir ülkede yaşayan evlat, gelin, damat, torun sahibi olanlar vardır. Bir ses, bir haber, bir resim bekleyenler uzak diyarlardan... Eskiden, varması günler süren mektupların yolu gözlenirdi. Çekmecelerinizde ecnebi ülkelerin pulları ile dolu pek çok zarf olabilir.
Şimdilerde ise, internet var!
Facebook, en birinci hasret giderme mecrası. Özel günlerin veya günlük yaşamın belgesi fotoğraflar, sanal olarak albümlenip Facebook’a konuluyor.
Mesajlar, durumlar, gidişler, gelişleri, hastalıklar, sevinçler oraya ‘statü’ olarak düşülüyor. Babaanneler, anneanneler, dedeler, evlatları ve torunları ile ‘arkadaş’ oluyorlar!
Boş zaman oldukça, özlem arttıkça, açıp açıp bakıyorlar o Facebook sayfasına! Eve gelen misafirlere bilgisayardan gösteriyorlar torunlarını!
Canlı ve heyecanlı sanal buluşmalar için ise; MSN var, Skype var...
Bir küçük kameracık eklenince bilgisayarlara, hem konuşuluyor hem görüşülüyor.
Hafta sonu, belirlenmiş saatlerde, uzaklardaki torunlar ekranda beliriyor!
El sallamalar, sevinç nidaları, öpücük yollamalar arasında; ekrandan da olsa torununu kucaklamaya çalışan büyükler...
Büyükanne ve büyükbabaların yüzleri bebeklerin hafızasına ekrandan geçerek giriyor!
Bu dünyada en az yarım yüzyılını bilgisayarsız, Skype’siz, MSN’siz rahatça geçirmiş insanlar; sırf evlat ve torun hasretine, taksitle alınmış bilgisayarlara ve saatli internet paketine kavuşuyor!
İşi; daha doğrusu açıp kapamayı, bağlanmayı, kullanmayı, ses alıp görüntü vermeyi öğrenene dek; bir stres bir stres...
Amaaaa, ilk yürüme, ilk çıkan diş, ilk tel sarar, ilk kelime ekrana yansıdığında tüm uğraşlara, taksitlere, o yaşta bilgisayar öğrenme telaşına değiyor!
Siz de ‘sanal büyükanne ve büyükbaba’ iseniz; biliyorum hasretsiniz torununuza...
Yine de dünyanın bir yerinde size ait bir ‘can’ var büyüyen... Ve onu internet denilen acayip bir icat sayesinde de olsa, görüyorsunuz, duyuyorsunuz! Mesafelerin var ettiği ve internetin gideremediği eksiklik ise; torunların kokusu ve küçük kollarının sıcak kucaklaması...
Hayatın size, uzaklardaki canlarınıza sık sık sarılabilme fırsatı sunmasını tüm kalbimle diliyorum.
‘Memlekette Demokrasi Var’
‘Memlekette Demokrasi Var’ adlı film adından çok kadrosuyla ilgimi çekti. Tüm köşeler ‘Av Mevsimi’nden bahsederken ‘Birimiz de ‘Memlekette Demokrasi Var’ı izlemeli ve yazmalı’ diye düşünerek salonda yerimi aldım.
aha ilk sahnede Menderes (Emrah Kolukısa) tiplemesi ile karşılaştığımda filmin karakter tasvirleri ile ilgili sorun yaşayacağımı hissettim.
Gerçekten de film boyunca çizilen ‘memleketimin köylüsü’ imajını ‘acımasızlık derecesinde alaycı’ ve ‘köy insanlarına haksızlık’ olarak nitelendirdiğimi belirtmeliyim. Köy halkı içinde gerek demokrasiye, gerek memleket meselelerine ilgi gösteren ‘iki’ kişinin de ‘deli’ olarak senaryolandırıldığı filmde, ‘ikinci deli’, ‘anten’ lakaplı Sümer Tilmaç, filmin oyunculuk anlamında en başarılı ismi. Diğer başarılı rollerde ise Baradan’ı oynayan Müjdat Gezen’in işveli kız kardeşini canlandıran Huriye (Gülçin Şatıroğlu) ve jandarma eri rolünde kısacık görünmesine karşı oyunculuğunun hakkını veren Şafak Sezer var. Bu sanatçıların güzel oyunculuğu bile, ‘senaryo örgüsünün teklemesini’, ‘çekim tekniğinin zayıflığını’, ‘dönemsel film olgusunun oturtulamamış’ olmasını kapatamıyor. Memleketin en acı süreçlerinden birini işlemeye çalışırken köy insanının ‘memleket duyarlılığını’ ‘bana dokunmayan bin yaşasın’ düzeyinde algılayarak ‘ti’ye’ alan filmin ‘mizahi’ bir bakış açısına sahip olduğunu düşünmek bile, bu ‘ciddi’ kusurları görmemeyi mümkün kılamıyor maalesef.
Türk filmlerinin siyasi mizah konusunda az örnek verdiği son yıllarda gerçekten ‘beğenmek’ isteği ile gittiğim film, bende ciddi bir hayal kırıklığı yarattı.
Soğuk, kar ve beyaz
Evlerimiz için en çok şükredeceğimiz günler belki de...
Ocakta kaynayan tencereden buğulanan camı avucumuzla silip dışarı baktığımızda gördüğümüz resim; artık bembeyaz!
Yollarda beyaz, pudra gibi toz toz uçuşan kar, üstünde oynayan çocukların pembeleşmiş yanakları, karın pırıltısını yansıtan göz bebekleri... Yeşil iğne yapraklıların üstüne serilmiş dantel örtü...
Hepsi iyi, hepsi güzel. Ama ya bizler kadar şanslı olmayanların zorlu yaşamı?..
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin eksi 4 derecede yaptığı bir çalışma ile evsiz vatandaşlar zabıta, ambulans ve polis ekiplerince sokaktan alınarak önceden hazırlanmış spor merkezlerine veya otellere yerleştiriliyor. Soğuk gecelerde çevrenizde tespit ettiğiniz evsizleri polis veya zabıta telefonlarına bildirerek onları donmaktan kurtarabilirsiniz. Geçtiğimiz hafta sadece İstanbul Belediyesi tarafından 3 günde 145 evsiz yurttaşın misafir edildiği göz önüne alınırsa, uzatılan yardım elinin önemi ortaya çıkıyor!
Evdeki eski kazak ve montlarımızı da üstlerine giydirmek ilk elden yapabileceğimiz bir yardım.
Ayrıca sokak hayvanları ve kuşlar, kış şartlarında yemek bulmakta zorlanıyor. Kapınızın önüne koyacağınız yemek kapları ve ağaçlara asacağınız bayat ekmekler, onların bu kışı atlatmasına yardımcı olacaktır. İnanın, sıcak yatağınıza girdiğinizde daha huzurlu bir uykuya dalacaksınız.

Çarşamba, Aralık 22, 2010

Lahana Bamya

İnci Tulpar
incitulpar@gmail.com
Lahana-bamya ile modern kadının 38 bedenlik ilişkisi
04 Aralık 2010
Yazı Boyutu:
Dizilmez yüz bin, bir ipliğe, bamya gibi/ Arslandır o, arabayla gezer lahana/ Hiçbir zevk ve mutluluk, anlaşıldı, olmazmış onsuz/ Olur mu helva söyleşileri, olmazsa eğer lahana/ Layıktır, ona İlhami, her türlü övgüler yazsa Lahanacım, lahanacım, lahanacım, lahana!...” Nasıl ama? Tam diyete başlamadan önce buzdolabına mıknatıslanacak ilhamda bir şiir, değil mi? Bu dizelerin yazarı Şair İlhami, yani Padişah 3. Selim! “İlahi İlhami” diyesi geliyor insanın! Amacı da saray aşçılarına sağlıklı yemek yapma mesajı vermek değil, Osmanlı zamanında kurulan iki spor takımından Lahana Spor’a destek olmak ve diğer takım Bamya Spor’u aşağılamakmış! O zaman da devlet büyükleri hakikatli spor taraftarıymış anlaşılan! Lahana Spor Merzifon vilayetinin, Bamya Spor Amasya vilayetinin takımlarıymış. Peki ne yaparmış bu kulüpler? Futbol mu oynarmış acep?
Hayır efenim, ne münasebet! Kılıç, pala, usta binicilik ve cündü, yani cirit karşılaşmaları yaparlarmış... “Nereden nereye” demeyelim, hemen gelelim lahananın günümüzdeki faydalarına... Lahana, artık bir spor külübüne adını veremese de hanımların esaslı kurtarıcısı. Hem ekonomik hem kalori olarak! Bir kocaman lahana 3 lira! Sar sar koy, dolma olsun... Kes kes bastır, turşu olsun... Haşlayarak ye, zayıf olursun! Eh yani, daha ne olsun! Ki olur da; çorba olur, börek olur, salata, kapuska olur...
Biraz uğraşsak, reçeli bile olabilir mübareğin! Bamyaya gelince; favori sebzelerimdendir. Bol domatesli, varsa koruk sulu, soğanlı, hem de sarımsaklı, ekşiyi yiyince kehribar rengine dönen yeşil tombul bamyaları önce seyreder, sonra mis gibi dumanını içime çeker, ardından da taze ekmek batırarak afiyetle yerim! Ertesi gün de karşıma koyduğum lahana ile bakışarak beden hesaplarına yeniden girişirim ama heyhat, hayat bu! Önemli uyarı: Doktorunuza danışmadan diyete başlamayın! Kaynak; İstanbul’da bir Zürafa Sunay Akın.
Guruyum, gurusun, guru!
‘Guru’ gerçek anlamda dini veya ruhani lider anlamında olmasına rağmen günümüzde her türlü uzman için kullanılmaktadır. Örneğin pazarlama gurusu, finans gurusu dediğimizde aklımıza, kaval çalarak ruhunu arıtan bir Hintli değil, Hugo Boss takım elbiseli, kravatlı iş adamı gelmektedir.
Peki siz de ‘bir şey gurusu’ olmak ister misiniz? Emlak gurusu, futbol gurusu, mahallenin gurusu....
İnkılap Yayınları’dan çıkan Stephen Law Felsefe Rehberi’nin ‘Sözde Bilgelik’ kısmına geldiğimde çok eğlendim.
Çünkü Law hepimize nasıl guru olacağımız konusunda çok basit bir öğüt veriyor, adeta yol gösteriyor. İşin sırrı; a-ğ-ı-r, a-ğ-ı-r konuşmak! Bahsettiğiniz konu ne kadar bilindik olursa olsun, başınızı hafifçe sallayarak t-a-n-e, t-a-n-e çıkarın sözcükleri ağzınızdan. Ardından da manalı bir sessizliğe bürünün! Mesela, kahvede otururken “E.m.l.a.k ...çok iyi bir y.a.t.ı.r.ı.m... aracıdır” deyin. Veya altın gününde “K.a.d.ı.n, ne altın ister, ne pırlanta, s.a.d.e.c.e ...s.e.v.i.l.m.e.k ister” deyiverin! Sonra susup enginlere dalın! Etrafınızdakilerin “Doğru, doğru” diye mırıldandıklarını duyacaksınız! Araya da tanıdık kelimelerin yerine geçen bir-iki şık jargon serptiniz mi tamamdır! Artık siz de bir gurusunuz! Hadi bakalım, denemesi bedava!
Çağan Irmak ve Miyazaki
Prensesin Uykusu’ adlı filmi seyrettim. Çok beğendim. Sizlere filmi anlatmayacağım, zira kendiniz görmelisiniz! Yine de en çok anlatımın animasyonlar ile yapıldığı bölümdeki senaryo derinliğini ve animasyon tekniğini beğendiğimi söylemek istiyorum. İlk anime bölümün filmin içinde konumlandırıldığı yerden ve çarpıcı anlatımından çok etkilendim. Ve diyorum ki; Çağan Irmak ülkemizin ‘anime sinema ustası’ da olmaya adaydır. İmaj Animasyon’u da tebrik etmek gerekli. Fransız sinemasını aratmayacak güzellikte bir çalışma sergilemişler. Miyazaki filmlerini seven ‘masallara inanan büyükler’ sırf anime bölümler için bile filmi görmeli. Diğer seyirciler de bir nebze umut ve ruhun naiflikten alacağı hazzı tatmak için izleyebilirler.
Karmanı kendin kar!
Adam Fawer’in çok satanlar listesindeki kitabı ‘Olasılıksız’ın tek cümlelik bir özeti var: Nihai tek gelecek yoktur! Adam Fawer’a göre gelecek bir olasılıklar sinsilesidir ve seçtiğiniz tercih geleceğinizi doğrudan etkiler. Girdiğiniz sokağa girmemek, bindiğiniz uçağa binmemek, yediğiniz yemeği yememek sonucunda bile, ‘zamanda’ pek çok yanyol oluşur. İnsanın o yanyolların hangisini seçeceği, geleceğini oluşturmasındaki en önemli etkendir. Fawer’ın bu teoremini tesadüflere, şansa, karmaya ve hatta bilime bağlamak mümkün.
Tesadüfler başka bir yazının konusu olarak kalsın, biz şimdi karmaya dalalım! Karma (evrensel enerji) inanışında, kişinin yaptığı hiçbir hareket sonuçsuz kalmaz, kişinin mukadderatının belirlenmesinde bir neden oluşturur. Hiçbir neden de, herhangi bir sonuç yaratmadan yok olup gitmez. Felsefe ve bilimde ise, oluşan sonuçları baştaki nedenlere bağlamak ‘nedensellik kuralı’ olarak adlandırılır.
Tüm bu büyük kavramları, hayatı anlamlandırma çabalarını, evreni, kozmik düzeni, enerjiyi, bilimi, felsefeyi birbirine bağlama uğraşlarını, oturup kuramlar ve kargaşalar üzerinde uzun uzun konuşmayı, gece yarısı sohbetlerini, okuduğumuz kitaplardan alıntılar yaparak, eli kolu sallayarak, heyecanlı heyecanlı tartışmayı taaa 20’lerin ilk yarısında bıraktığım zamandan beri benim inandığım tek karma ise ‘iyilik yap, iyilik bul!’ Güldür güldür, çağıl çağıl bir karmaya ulaşmak için ise tarif şöyle; Sabah tanımadığına gülümseyerek selam ver; Arkadan gelene kapıyı tut; Aç insanı, köpeği, kediyi doyur; Ve bilerek kalp kırma! İşte bence bu kadar basittir insanın karmasını kendisinin karması. Siz yine de fırsat bulup okuyun Adam Fawer’ı, ‘Adam’ gayet güzel yazmış. ‘Olasılıksız’ gümbür gümbür bir bilim kurgu !
(Bu yazı 27.11.2010 tarihli Cumartesi Postası'ndan alinmistir

Bir Sonbahar Aksami

İnci Tulpar
incitulpar@gmail.com
Bir sonbahar akşamı
11 Aralık 2010
Yazı Boyutu:
Sait Faik Abasıyanık’ın ‘Bir Sonbahar Akşamı’ adlı öyküsünü bilir misiniz? Türk edebiyatının en önemli öykücülerinden olan Abasıyanık, bu öyküsünde İstanbul’dan bahseder. Lodosundan, vapurlarından, turunç renkli gökyüzünden ve illa ki kuşlarından... Leopar gözlü atmacalardan, ötüşü bülbül floryadan, geveze isketelerden ve elbette hiç de sıradan olmayan serçelerden...
“Ben, serçeleri de, atmacaları da, saka, florya, isketeleri de severim, hattâ uzak memleketlerin kuşlarını rüyalarımda görürüm” der. Lodosun ılık estiği bir sonbahar gününde, Sait Faik’in vapurları ile adalar yoluna düşenleri alevler karşıladı! Meğer tarihi garın bahtı da; trenleri gibi ve hatta kuleleri gibi kapkara imiş. Martılar çığlık çığlık uçarken siyah dumanlardan uzağa, Zümrüd-ü Anka gibi küllerinden doğmasını diledim güzeller güzeli Haydarpaşa’nın. İçi yana yana, çaresizce yangını seyreden İstanbullulara ise; aynı hikayedeki gibi seslenmek geldi içimden...
“Kuş ol, güzel insan! Yuvarlak, esmer buğday, kavrulmuş kestane; sütlü, ateşte, suda pişmiş mısır kokulu, yarı kadın, yarı erkek, şehvet, süt, nişasta, şekerden mamûl mahlûk! Senin bu topraktan yapılmış çirkinler kafilesinde yerin yok! Kuş ol!”
Benim için ‘kuş olmanın’ tek çaresi yüzümü doğaya dönmek. Kuşların peşinde, rüzgarlı tepelere atmak kendimi... Haydi siz de ‘kuş olun’ bu hafta sonu... Yeşilliğin içinde, dalların üstünde, yüzünüzde ılık rüzgarı hissederek bulutlara yükseltin içinizi... İyi gelecek, biliyorum...
‘Bu İstanbul’ çok kalabalık!
Ben de çıkıp sanki kimsenin bilmediğini yazacakmışım gibi başlıklar atıyorum ya; kendime pek gülüyorum! Ama dün canıma ‘tak’ ettiği için artık yazıya döküldü mesele. Pazartesi, cuma, yağmur, lodos, kaza, hafta sonu diye diye, sayısız bahanelerle teselli bulmaya çalışırken, ömrümüz yollarda geçiyor! Her daim trafik! Dün sabah örneğin, saat 11:15’te FSM Köprüsü dolu idi! Üstelik her iki yöne de trafik vardı! Mecburen Ümraniye tarafından dolanıp 1. Köprü üzerinden Levent’e geçtim. İstanbul’da yaşamayan şanslı okuyucularımızın olayı gözlerinde canlandırmaları için; sağ ellerini başlarının ardından dolandırıp sol kulaklarını tutmaları yeterli olacaktır!
Eğer ‘pozitif’ bir ruh hali içinde isem, bulduğum bu çözümü ‘yaratıcılık’ olarak değerlendirmek mümkün tabii! Amaaaa; benzin olmuş 4 TL ve de ‘zaman’ denilen meretin fiyatı paha biçilemez hale gelmiş iken; insanda ‘pozitiflik’ filan kalmıyor! Dosdoğru söyleyeyim; daha güne başlarken ‘sinir küpüne’ dönüyor! Nitekim ‘kim önce OGS’ye girecek’ diye kapıştı iki sürücü. Ben yan şeritten ‘ilgi’ ile izleyenlerdendim. Zaten yapacak bir şey yok, durup etrafa bakıyoruz hepimiz! Kanımca orada foto-finish olsa, kim haklı belirleyemez! Çözüm derseniz; Bence 3. köprü bile yetmeyecek. Başlangıç olarak ise; ‘bir adet arabalı vapur da Beykoz-İstinye arasına konsa, nasıl olur?’ diye yetkililere sorayım şuracıktan!
Felsefe; her eve lazım
Toplumca itirazı seven bir milletiz. Karşı tez öne sürmekte, hatta yoktan ‘tez’ var etmekte kimse elimize su dökemez! Hal böyle olunca, her şeyi sorgulamayı meziyet sayan felsefenin ülkemizde -ne yazık kiaz ilgi gören bir branş olmasını açıklamakta zorlanıyor insan! Allah’tan yazıya ilginizi çekmek için girizgahta yaptığım bu laf kalabalığının, gerçek felsefe yaklaşımımız ile hiç mi hiç ilgisi yok!
Bildiğiniz gibi, en basit açıklaması ile felsefe; sorgulama, farklı düşünme, mantık yürütmedir. İtirazları ‘muğlak söz topluluğu’ olmaktan çıkarıp alternatif bir düşünce sistemine dönüştürdüğümüzde felsefeye giriş yapmışız demektir. Bu aşamayı ‘eğitim sisteminin parçası olarak’ gerçekleştiren toplumlarda, çocukların sadece zihinsel olarak değil, duygusal ve sosyal olarak da zekalarının olgunlaştığı kanıtlandı.
Bu nedenle küçük yaşlarında durmadan ‘neden, neden’ diyen, 5 yaşında ‘Tanrı’yı niçin göremediğini merak eden’, 7 yaşında “İnsanlar ölünce nereye gider?” sorusunu yönelten, 10 yaşında ise Platon’un ‘Formlar Teorisi’ni kanıtlarcasına ‘güzelliği’ asıl gerçeklik kabul etmeye meyilli küçük insanların soruları çok önemlidir. Bu sorulara vereceğimiz ‘gerçek’ ve ‘cesur’ yanıtlar, ilerde onların “zekalarının tesir altına girmesine karşı verecekleri mücadele”(*) den özgür bir akıl ve ruh ile çıkmaları açısından çok önemlidir. (*) Ludwig Wittgenstein, Felsefi Soruşturmalar.
(04.12.2010 tarihli Cumartesi Postası'ndan alınmıştır.)

Trilye

İnci Tulpar
incitulpar@gmail.com
Trilye, nam-ı diğer Zeytinbağı
18 Aralık 2010
Yazı Boyutu:
Türk işi kahvaltı ne güzeldir: Sıcak ekmek, beyaz peynir, demli çay ve sapsarı sızma zeytinyağı içinde yüzen kekik serpilenmiş siyah zeytinler... Dünyanın hiç bir sabahında bu lezzete sahip bir kahvaltı bulmak mümkün değil. Bir sonbahar gününde kıyı kıyı varılan Trilye’nin sıcak güneşinde yaptığımız kahvaltının gözdesi de dünya meşhuru Trilye zeytini idi.
Yunan mitolojisinde ‘Tanrıların Ağacı’ olarak anılan zeytini; Trilye yolunda sıra sıra, dağlar boyunca, çağlar süresince dikilip duruyorken görüp de etkilenmemek mümkün değil. 1330’lu yıllara kadar Bizans kasabası olan Trilye, 1900 başlarında Osmanlı’ya geçince “Mahmut Şevket Paşa Kasabası’, 1963 yılından sonra ise “Zeytinbağı” ismiyle anılmaya başlamış. Mimarisinde hâlâ Rum etkilerini taşıyan Mudanya’nın güzel Trilye’sine, hayat süreci içinde en az bir kez uğramak gerek.
Omuz omuza vermiş binalarını, sahile inen çarşısını, kırmızı kiremitli damlarını, zeytin satan şirin dükkanlarını, kiliselerini, camisini, 1930’dan kalan papaz okulunu görmek, denizin kıyısında oturup bir çay içmek çok zevkli. Ben dünya mirası Zeytinbağı’ndan bir sabah saatinde geçtim. Ya siz, hiç oralardan geçtiniz mi?..
Yaşam Döngüsü Sergisi
Alışılmadık, büyüleyici, belki biraz da rahatsız edici ama mutlaka yaratanın ve yaratılanın mükemmelliği karşısında şaşkınlığa sürekleneceğiniz Body Worlds-Yaşam Döngüsü adlı sergiyi İstanbul Modern kapsamında Antrepo 3 Salonu’nda bitmeden görmelisiniz! İnsan bedeninin sağlığındaki gücü ile hastalığındaki acizliğini bu kadar çarpıcı karşılaştıran başka bir anlatım görmemiştim! Tüm bedenler çıplak! Fakat beynin algıladığı kas katmanları, sinir ağları, cinsel organlar ve kemiklerin çok ötesinde...
Üst düzey bir estetik anlayışı ile heykelleştirilmiş; basketbol oynayan bir sporcu, kuşları elinden salan bir kadın, çocuğu ile gezintiye çıkmış bir adam ve kocaman bir ata binmiş bir aile görüyorsunuz. Embriyoları tohumdan doğuma; zürafayı ise tüm haşmeti ile karşınızda dikilirken buluyorsunuz... ‘Evren sen ne müthiş bir kurgusun, enfes bir oluşumsun!’ hissi ile doluyorsunuz! Yaşam Döngüsü Sergisi 17 Aralık tarihine kadar İstanbul’da... Tüm dünyada 30 milyon kişi tarafından ziyaret edilen bu eksantrik sergiyi görmek, emsalsiz bir deneyim.
Oburcuk mutfakta!
Birkaç gündür Selim İleri’nin ‘Oburcuk Mutfakta’ adlı kitabını okuyorum... Nasıl güzel anlatmış, ne iştahlı yemiş, her yemeğin hakkını vererek tok tok yazmış, anlatamam... Koca bir bölüm akide şekerine ayrılmış! 3 sayfa vişne likörü anlatımı, sofra adabı, masa kurulumu, salatalar, çorbalar, puf börekleri, üfff, daha neler neler...
Kitapta Hanife Hanım ile Necdet Bey’in izdivaca uzanan komik hikayelerinin, çay saati yiyecekleri eşliğinde anlatıldığı bölüm ise, favorim! Ben Hanife Hanım kadar maharetli olmadığım için epeyce alengirli olan tarifi uygulamaya yeltenmedim. Ama sizlerle ‘5 dakikada Beşiktaş’ pratikliğinde hazırlanabilen muzlu kek tarifimi paylaşmaktan mutluluk duyarım. 3 adet olgun muzu iyice ezip 3 yumurta ve 1.5 bardak şeker ekliyoruz, köpürene dek çırpıyoruz.
İçine 1 bardak sıvıyağ, varsa 1 kaşık erimiş tereyağı, 2 bardak un, 1 tatlı kaşığı karbonat ve toz tarçın, bir pinçik tuz, vanilya katıyoruz. Şayet tercih edilir ise, dövülmüş ceviz içi, limon kabuğu rendesi de ekleyip karıştırıyoruz. Unutmayın, kek kalıbınız yağlanmış, fırınınız 175 derecede ısınmış olacak. 45 dakika sonrası göbekten sokulan meyve bıçağı temiz çıkarsa, kekiniz hazır demektir. Hadi afiyet olsun!
‘Basit olan mutlak karmaşıktır’
“Simplicity is the ultimate sophistication” (ing.). Bu sözü, Leonardo Da Vinci söylemiştir. İroni odur ki, çizdiği basit(!) bir gülümseme yıllardır tüm sanat camiasını meşgul ediyor. Belki de yapılması gereken, Mona Lisa’ya büyük ustanın felsefesi ile yaklaşmak.
Çağın en ünlü resmi ve ustanın ‘magnum opus’u, yani en büyük eseri kabul edilen Mona Lisa’nın, sofistike gülüşü, acaba portre modelinin yaşamının basitliği sonucu oluşmuş bir kazanım mı yoksa ressamının ‘basit’ olana duyduğu hayranlığın bir sonucu mu? Burada bir parantez açıyorum; karşılık olarak kullandığım ‘basit’ sözcüğü, İngilizce anlamı tam yansıtamıyor. Basit sözcüğü dilimizde negatif vurgu gibi algılanabilirken İngilizce anlamında pozitif, hatta özgünlüğü yansıtan şekilde de kullanılıyor.
Sözcüklerin bir resmi açıklaması, ‘gözün görmesi’ kadar etkin değildir. Orijinali Paris’teki Louvre Müzesi’nde bulunan Mona Lisa, 500 yıllık tarih boyunca üzerinde en çok konuşulan resim olmuştur. Bu sürenin yaklaşık 300 yılını özel kolleksiyonlarda geçiren Mona Lisa’nın üzerine bu kadar söz söylenmesinin nedeni; resmin, doğallığı ‘basitçe’ yansıtmasından mı oluşmuştur acaba?
(11.12.2010 tarihli Cumartesi Postası'ndan alınmıştır.)