Pazartesi, Şubat 21, 2011

Bugün 'Güneş'in doğuşuna yardımcı olun!

Bu kasvetli, gri, yağmurlu kış günlerinde ‘Güneş’in doğuşuna yardımcı olmanızı rica etmek için yazıyorum bu yazıyı. İstanbul’un en büyük ilçesi Kadıköy’de ismi ‘Güneş’ olan bir genç kız sığınmaevi var.
Yurtlardan 18 yaşında ayrılmak zorunda kalan, töre ve namus cinayetinden kaçan, kalacak yeri olmadığı için oraya sığınan kızlarımızın tek umudu...
Eğitim hayatlarına devam edebilecekleri, bir meslek kazanmaya çalışırken kurtlar sofrasına düşmeden barınabilecekleri, ayaklarının üstünde durmak için çalışırken başlarının üstünde bir çatı olacak, adresi herkesten gizli bir ‘Güneş’ orası.
Bir avuç insanın çabası ile Avcılar, Taksim ve diğer şehirlerde de yeni ‘Güneş’ler doğacak.
Sizlerin ufak tefek yardımları, bu kızlarımızı sıcak ve güvende tutacak. İşte bu nedenle bu kış gününde insani bir ihtiyaç olan ‘Güneş’in doğuşuna katkıda bulunmanızı rica ediyorum.
Ayrıntılı bilgi için www.genckizsiginmaevi.org adresine başvurabilirsiniz.

Erzurum’un ardından...

Erzurum'da Üniversitelerarası Kış Oyunları düzenlenmesine çok sevindim. Hayır, turizm veya spor değil, oradaki çocuklarımız adına sevindim.
Basından takip ettiğim kadarı ile Erzurumluların müsabakalara ilgisi büyükmüş. Buz hokeyi, kayakla atlama gibi karşılaşmaları çoluk çocuk izlemişler. Çocukluğunuzun kahramanlarını, hayallerini anımsayın. Seyrettiğiniz dizilerdeki karakterleri, buz pateni yarışmacılarını nasıl taklit ederek oyunlar oynadığınızı hatırlayın. Hepimiz bir kez Katerina Witt, Çarli’nin meleği, Süperman olmuşuzdur oynarken...
İşte Erzurumlu çocukların da böyle kahramanları var artık. Hayallerinin ufkunu genişleten yerli ve yabancı ağabeyleri, ablaları değişik bir sürü kış sporu yaparken gördüler! Onların ‘üniversiteli’ olduğunu duydular. İçlerinden bazıları ilerde o pistlerde olmak için çalışacak. Aileleri de onları seyretmeye gelecek.
Erzurum bu organizasyonlara devam etmeli! O pistler canlı kalmalı. İstanbul Formula yarışlarına dönmemeli olay.
Aslında sporu çok seven ve seyreden bir halkız biz. Devlet büyükleri de sporu seviyor.
Bu iki olgunun beraberliği iyi değerlendirilmeli.
Her şehirde, değişik dallardaki spor tesisleri arttırılmalı. Spor yapmak ‘pahalı’ olmamalı.
Her yaz, okul bahçelerindeki basket potalarının altı otopark olarak kullanılmaktan kurtarılmalı... Futboldan başka dallar da desteklenmeli ve seyredilmeli... Yüzme, cimnastik, cirit, yüksek atlama, atletizm dalları yeniden canlandırılmalı... Çim hokeyi, buz hokeyi, buz pateni, karate, judo tüm ülkeye yayılmalı... Hatta kız futbol takımları da kurulabilir! Yurt dışında örnekleri mevcut! Erzurum bir başlangıçtır. Devam etmesini dilerim.

Bazen hayattan kaçmalı

Son dönemlerde iki film konuşuluyor: Biri yabancı ‘Biutiful’, diğeri yerli ‘Aşk Tesadüfleri Sever’. İkisini de seyredenler sinemadan yaşlı gözlerle çıkıyor. İkisini de izlemedim! Bilinçli olarak izlememeyi seçtim.
Sinema sanatını seven izleyici açısından bunun büyük bir kayıp olduğunu kabul ediyorum; fakat sinemaya ağlayacağımı bile bile gidemedim. Ruh halim, bir de sinemada içimi karartmama elvermedi. Son haftanın tüm üzücü gündemi boğazımı düğümlemişken tercihimi ağlatmayan filmlerden yana kullandım!
Özel gösterimi yapılan ‘Şampiyon- Secreteriat’ filmini seyrettim örneğin. Bir de efekt ve çekim şaheseri mağara filmi ‘Sanctum’u... ‘Şampiyon’da 1970’lerin Amerika’sında yarışlara hazırlanan özel bir atın hayatı anlatılıyor. Bir ev kadını (Diane Lane), inatçı ve egzantrik bir eğitmen (John Malkovich) ve güzeller güzeli bir at başrollerde. John Malkovich, elbette bu filmde de müthiş! Ailece seyredebileceğiniz, sinemadan ruh ve yürek hafifliği ile çıkabileceğiniz bir film.
‘Sanctum’ ise, bir gerilim filmi. Oyunculuk vasat. Filmde vasat olmayan ise, çekimler. Teknolojinin tüm nimetleri kullanarak çekilmiş, doğa ile insanın mücadelesini yansıtan bir film.
Daha önce hep dağ veya nehirlerle boğuşma şeklinde çekilen doğa macerası filmlerden farkı, çok da bilinmeyen mağaracılık tutkusunu işlemesi. Filmdeki bir söz bana çok şey ifade etti; baba mağaracı oğluna neden hayatını mağaralara adadığını açıklarken “Burası hayatı anlamlandırabildiğim tek yer” diyor. ‘Mağaralar benim mabedim’ demeye getiriyor!
Bazen hepimiz hayattan kaçmak istiyoruz.
Hayatın anlamsızlaştığı bir noktada kendi mabedimizi yaratıyoruz. Bir kaçışa sığınıyoruz...
Sinemayı da ‘kaçış’ olarak değerlendirebiliriz. Gerçekten kaçıp senaryoyu seyretme yeri sinema...
Bu hafta sinemalardaki film mönüsü oldukça zengin. Herkesin ruh haline göre film var.
Hangisini canınız çekerse seyredip hayattan 2 saatlik bir kaçış yapabilirsiniz.

Sevgiyi karelemek...

Son hafta bir mesaj bombardımanı ile geçti. Neredeyse gelen tüm mesajlarda aynı tema vardı: ‘Sevgililer gününde sevgilinize yüzük, küpe, kolye, çiçek, saat alın!’...
Alın elbette! Al-ver, ekonomi canlansın!
Bu mesajlar arasından www.ilkerkul.com adresinden gelen mesaj dikkatimi çekti! “Sevdiğinize, sevdiklerinize fotoğraf hediye edin” diyor! Dikkatinizi çekerim; ‘sevgilinize’ demiyor; ‘sevdiğinize, sevdiklerinize’ diyor!
Ortak ilgi alanımız olan doğa fotoğrafçılığından tanıdığım İlker’e telefon açıp “Anlat bakalım, sen ne çekiyorsun?” diye sordum.
“Ben artık duygu çekiyorum” dedi. “Modelim kuş da olabilir, insan da... Yeter ki fotoğrafta o anki ‘duygu’yu yakalayayım, o anı ölümsüzleştireyim, tüm çabam bu işte” diye de ekledi.
“Peki, ne alakası var ‘Sevgililer Günü’ ile?” diye sorunca da gülerek “Şimdiki genç nesil gerçekten yaratıcı” deyip geçenlerde tanıdığı delikanlıdan aldığı bir telefonu anlattı:
“Ağabey, ben 14 Şubat için sevdiğime değişik bir sürpriz yapmak istiyorum, ikimizin sevgisini doğallıkla yansıtan birkaç fotoğrafı ona hediye etmek istiyorum. Uzaktan fotoğraflarımızı çeker misin?”... Fotoğrafçı arkadaşım da “Öyle habersiz, paparazzi gibi çekim yapmak etik olmaz. Ben sizin günü geçireceğiniz mekana gelirim, iki tarafın da rızası olursa doğal ortamda yaparız çekimleri” demiş.
Gerçekten de genç sevgililerle bir orman yürüyüşüne katılmış ve ve çekimlerini yapmış.
Hatta o gün, delikanlı genç kıza evlenme teklif etmiş!
3 gün sonra da istemeye gitmiş! Bu güzel günün fotoğrafları da mevcutmuş!
“Tuzlu kahveyi ağzından püskürtmesini bile çektik!” diyor. Sırada nisan ayındaki düğün günü varmış!
Bu fikirden yola çıkarak, sevenlerin birbirine ‘sevgi dolu an fotoğrafları’ hediye etmelerini önerdiği bir ‘Sevgililer Günü Çekimi’ hediyesi oluşturmuş. Değişik hediye arayışında olanlara duyurulur...

Bu yazı 12 Şubat 2011 tarihli Cumartesi Postası'nda yayınlanmıştır

Yarıyıl Tatilinde Abant

Abant çok yazılan, çok bilinen, çok sevilen bir yöre. 4 mevsimi güzel. Ama Abant kar altında daha bir özel! Buz tutmuş gölü ile, kar üstünde gezinen faytonları ile, lapa lapa yağan karı ile bir masal diyarı adeta. Etrafını çevreleyen çam ağaçlarının üstü bembeyaz. Dalların arasında küçük gövdeleri ile yemek arayan kuşlar ötüşüyor.

Kırmızı göğüslü şakraklar, ispinozlar, karatavuklar ve illa ki serçeler. Karlı rampaların keyfini ise en çok çocuklar çıkarıyor. Lastik botların içinde tepeden aşağıya kayıyorlar. Yanaklar kıpkırmızı, başlıkları kar kaplı... Aşağı inince botlarını yine kollarının altına kıstırıp tepeye doğru tırmanışa geçiyorlar. Tüm bu çaba 30 saniyelik bir iniş keyfi için...

10 kez çık-kay yapan çocukları ancak 2 saatlik bir uyku toparlıyor! Harcadıkları enerjiden bitap ama yüzlerinde mutlu bir gülümseme ile öğle uykusuna yatıyorlar. Rüyalarında hâlâ o rampadan kaydıklarını görüyorlar. Abant sadece çocuklara değil, herkese iyi geliyor. Karın yarattığı beyaz masumiyet, insanın ruhuna işliyor. 2 gün kaçın Abant’a... Daha önce yeşiline doyamadığınız Abant’ı bir de kar altında görün. Enfes.

Uçmanın sihirli gücü

İlk çağlardan beri insanoğlu kendisinde olmayan uçma yetisine sahip kuşlara büyük hayranlık beslemiştir. Mağara duvarlarına çizilen resimlerle başlayan bu ‘kuşları kaydetme’ merakı, günümüzde ornito (kuş) fotoğrafçılığı denilen, teknik kapasitesi yüksek, tele lensler ile yapılan uğraş ile devam etmektedir. Kuş fotoğrafçılığı, kuşları rahatsız etmeden habitatlarında gözlem yapmak ile başlar. Kuş gözlemciliğinden farkı, fotoğraf tutkusunu da kapsamasıdır.

Bir çift kanadın peşinde, sabahın ilk saatlerinden akşamın son ışıklarına dek arazide olmayı gerektirir. Ülkemizde pek çok eski avcı artık tüfeklerini bırakıp dijital fotoğraf makineleri ve yüksek odak uzaklıklı lensleri ile birlikte doğa ve kuş aşklarını devam ettirmektedir. Zaten uçan bir kuş, ölü bir kuştan daha güzel değil midir? Kuş dünyası hayranları arasında yırtıcıseverler çoktur.

Ülkemizdeki yırtıcı kuşlar içinde hepimizin aşina olduğu ise, elbette şahinlerdir. Hele de kızıl şahinler, Anadolu’nun en alalı, en kınalı şahinleridir. Yine yırtıcı olan baykuşlar avlarını, çıkardıkları sesi takip ederek ele geçirirken kızıl şahinler gözleyerek bulur. Bu nedenle, bu mevsimde sık sık yol kenarındaki elektrik direklerinin tepesinde veya yapraksız yüksek ağaçların üzerinde çok sayıda kızıl şahin ile karşılaşabilirsiniz.

Keskin gözler büyük bir konsantrasyon ile av taramaktadır direk tepelerinde... Yağan kar ile kaplı araziler, onların besin arayışını zorlaştırır, bulmalarını imkansız hale getirir. Besin aramak için araziye inmiş kızıllar; üstlerinde gecenin kırağısı, gözleri yere dikili, büyük haşmetli kanatları iki yanda, uzun bacakları ile kayalık arazide dolaşarak av peşine düşerler. İşte o zaman, bu güzel uçuşlu harika yaratıkların, aynı insanoğlu gibi ‘bir lokma’ kavgasında olduğunu anlarım.

O özendiğim kanatların üzerindeki kırağı ıslaklığı, zor geçmiş birkaç günün kanıtı, soğuğun nazenin teleğine işlediğinin ıspatıdır. O ana, sessizce yattığı karın üstünde tanıklık eden ornito fotoğrafçısı ise bize masum görünüşlü beyaz karın doğadaki acı yüzünü göstermektedir!

Bankaya giderken kulak spreyini sıkmayı unutmayın!

Yıllar yıllar öncesinin reklamını anımsarsınız:

-Akbank’a mı gidiyorsun?

- Hayır, Akbank’a gidiyorum!

- Öyle mii? Ben de Akbank’a gidiyorsun sanmıştım! Eğer siz de reklamdaki amcalar gibi duyma zorluğu çekiyorsanız, piyasaya yeni çıkan kulak temizleme spreylerini deneyebilirsiniz. Konu ile ilgili olarak danıştığım çok değerli bir KKB doktoru, bu spreylerin yurt dışında da yaygın kullanıldığını, zararlı olmadığını ama kalıcı değil, geçici bir çözüm sayılması gerektiğini vurguladı. Ayrıca kulağın içinin karıştırılmasının çok tehlikeli olduğunu, her yıl çok sayıda hastanın kulağına anahtar, toka, şiş ve tığ (?!) sokarak kulak zarının kanamasına neden olduklarını belirtti.

Özellikle çocuklarda, kulak çubuğu kullanılmamasını, temiz bir tülbent ile kulak içinin silinmesini önerdi. Verdiği bilgilere göre, kum saatine benzeyen kulak yolunda, kulak salgısını oluşturan özel salgı bezleri bulunuyormuş. Salgının görevi, toz ve kum parçalarını tutarak zara ulaşmasını engellemekmiş.

Şayet kişi, kulağını içeri soktuğu cisimlerle temizlemeye kalkışırsa, bişon (kulak kiri) denilen bu birikimi kulak zarına doğru itermiş! İşte bu yeni çıkan spreyler, birikmiş, kurumuş, arkaya itilmiş kulak kirini yumuşatıp akıtmaya yarıyor! Sizin de işitme azlığınız, kulakta dolgunluk hissiniz, çınlama, kulakta gürültü gibi şikayetleriniz var ise, elbette en doğrusu hemen bir doktora başvurmanız. Ama ‘doktora değil, eczaneye giderim’ diyenlerden iseniz, eczacınıza danışıp bu yeni spreyler hakkında bilgi alabilirsiniz. Yeter ki kulağınıza şiş, tığ, anahtar sokmayın!

(05.02.2011 tarihli Cumartesi Postası'ndan alınmıştır.)

'İyi Günde, Kötü Günde...'

Bu hafta Ali Poyrazoğlu ve Nilgün Belgün’ün 2 kişilik oyunu ‘İyi Günde Kötü Günde’yi izledim. 35 yıllık tiyatrocu Ali Poyrazoğlu ve 1973 yılında konservatuar mezuniyetinden beri sahnelerde olan Nilgün Belgün’ün tanışıklığı, TRT’nin tek kanal olduğu yıllara dayanıyor. Birlikte ‘Tele Pazar’ programında parodilere çıkan bu iki usta tiyatrocu, bu kez komedi tarzında bir oyun ile karşımızdaydı.

‘İyi Günde-Kötü Günde’ Pierre Palmade-Michel Laroque ikilisinin Fransa’da oynadıkları ‘Ils se Sont Aimes (Birbirlerini Çok Sevmişlerdi)’ oyununun, Ali Poyrazoğlu tarafından hem dilimize hem kültürümüze uyarlanmış hali. Oyunda, tüm yardımcı unsurlar, ikincil rollerdeki oyuncular ve hatta aksesuarlar kaldırılmış. Sadece iki tiyatro ustası var sahnede.

Oynayanlar birbirine çok aşina ve usta olunca, ortaya koydukları eser de sıcak ve zorlamasız şekilde sergileniyor. Oyuncuların pozitif enerjisi, seyirciye geçiyor. Ali Poyrazoğlu’nun seveni de sevmeyeni de vardır. Ben sevenlerindenim. Oyun sırasında da zevkle izledim kendisini. Nilgün Belgün ise, yıllardır tanıdığımız ve Show TV’nin dans yarışması sayesinde de popülerliğini arttırmış bir sanatçı. Tiyatro sanatının müzikal komedi türünde iyi bir oyununu izlemek için ‘İyi Günde-Kötü Günde’ isabetli bir seçim.

‘Kadın’a etimolojik anlamlandırma

Sözlük okur musunuz? “Sözlük de okunur muymuş!?” demeyin, vallahi de okunur! Dün akşam bir kitaba dalmak için yeterli konsantrasyonu sağlayamayınca elime İsmet Zeki Eyüpoğlu’nun Etimoloji Sözlüğü’nü aldım. Meğer, sözlük sayfalarında gözlerimi avare gezdirmeyi özlemişim. Dilimizde başlangıç harfi olarak oldukça sık kullanılan ‘çalışkan K’ harfinin sayfasında ‘kadın’ kelimesinin kökeni ile ilgili bakın neler yazıyor: Kadın kelimesinin kökeni Soğdakça olup ‘Hvaten’ sözünden gelir.

Hvaten ‘kraliçe’ demekmiş! Çok afili bir anlamı var, anlayacağınız. Zamanla hvaten önce hatun, sonra katun, en son da kadın şeklinde söylenmeye başlamış. Anadolu Türkçesinde ise, kadın ‘dişi kişi’ anlamında kullanılıyor. Okumamın burasında ‘B’ harfine dönüp bana ‘uyduruluvermiş’ hissi veren ‘bayan’ kelimesine bakma gereği hissettim. Eski Türkçede de kullanılan ve ‘varlıklı, etkin, üstün’ anlamına gelen ‘bay’ kelimesi sözlükte yerini almış olmasına rağmen ‘bayan’ kelimesi yok! Türk Dil Kurumu’nun Güncel Türkçe Sözlüğü’nde ise ‘bayan’ kelimesine rastlıyoruz.

Hatta eserlerinde İstanbul’un gündelik hayatını anlatan Halide Edip Adıvar’dan bir alıntı ile örnekleniyor: ‘Süleyman Bolluk da bayanın koluna girmişti’... Edebiyatta bile kullanıldığını görünce elimde ‘bayan’ kelimesine karşı tez olarak kullanılacak pek malzeme kalmadı ama Türkiye Ağızları Sözlüğü’nde Giresun’da, özellikle Şebinkarahisar civarında ‘bayan’ın bir çeşit yabani armuda verilen isim olarak geçtiğini de yazayım! Ve, sırf kayıtlara geçmesi için söylüyorum; ‘bayan’ lafından hâlâ hiç haz etmiyorum! Konumuzu bağlarken ‘kadın’ sözcüğünün diğer dillerdeki karşılıklarına da göz atalım; Farsça’da zen, Almanca’da frau, Latince’de femina, Arapça’da tekil olarak mer’e, çoğul olarak nisa, Fransızca’da femme, Rumca’da gune, İtalyanca’da donna...

Soğdakça da neymiş?

Kadın kelimesinin kökeni Soğdakçaymış ya. Ben de ilk kez duydum. Bilmemek değil öğrenmemek ayıp, biraz araştırdım. Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde Orta Asya’da Soğdakların kullandığı İran kökenli ‘antik, ölü dil’ olarak geçiyor. Hint-Avrupa dilleri arasında Soğdakça 7-9. yy’da Orta Asya’nın uluslararası dili konumunda imiş! 9’uncu yüzyıla kadar İpek Yolu üzerinde konuşulan en önemli dil olmuş.

Soğdların gitgide daha çok Türklerin arasında kalması ve Türkçe konuşmaya başlaması ile önemini kaybetmiş, sonunda tamamen kaybolmuş. Bir nevi o zamanda o yörenin ‘İngilizcesi imiş’ diyebiliriz. 20. yüzyıl’da arkeologların araştırmaları sonucu ortaya çıkan Soğdakça’nın günümüzdeki uzantısı Semerkant’ta konuşulan lehçeler.

Bir dans öyküsünde İstanbul

24-25 Şubat geceleri Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda sahnelenecek olan ‘Kısmet’ isimli eser için biletinizi şimdiden almayı unutmayın. İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin en önemli 15 dansçısı tarafından sahnelenecek eserin koreografisi Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Bale Bölüm Başkanı Prof. Dilek Evgin’e ait. Müzikler ise Kamran İnce’nin. Bizans’tan bu yana nice hikâyeye ev sahipliği yapan ‘İstanbul’da kendiyle özdeşleşmiş 3 figür olan Konstantin, Fatih Sultan Mehmet ve Ayasofya ile post-modern bir dans öyküsü ile anlatılıyor. Kaçırmamak gerek, derim.

SBS ile ilgili okur mektubu

Sevgili İnci Hanım,

Benim üç çocuğum var. Bizim de bir SBS hikâyemiz var. Çok özverili, çok çalışmalı, çok özel dersli, çok emek harcanmış bir başarı(!) öyküsü... İşin garip tarafı, şu anda SBS sistemi ile liseye geçmiş olan çocuğum, çok çalışıp iyi bir okul kazandığı halde, hâlâ kendisini yeteri kadar başarılı hissedemiyor! Hep ‘o tek soruyu boş bırakmasam daha yüksek puanlı okula girebilirdim’ duygusuyla kahretti kendini... Bizce iyi bir okulu kazandığına bile sevinemedi. Onun üzüntüsü ve gözlerindeki hayal kırıklığı karşısında anne-baba olarak hissettiğimiz ise çaresizlik duygusu. Bu sene ortaöğretim son sınıfta okuyan ve akademik olarak çok başarılı olan ortanca çocuğum ile birlikte üç senedir yine aynı sınav stresinin içindeyiz.

Ve önceki tecrübemiz nedeniyle artık biliyoruz ki, her şey çocukta bitmiyor! Hele şu son iki yılda tam tersine doğum tarihi gibi hiçbir çocuğun elinde olmayan faktörler bile devrede... Şimdi bu sistemin içinde kimi suçlayacağız? Ya da üç sene verdikleri emeğin bir anda doğum tarihi veya orta öğretim başarı notu gibi etkenler yüzünden heba olabildiğini nasıl onlara ve kendimize açıklayacağız? Daha da önemlisi ben artık çocuklarımın sadece annesi olmak istiyorum, onlara tam en mutlu oldukları anda test çözmeleri gerektiğini hatırlatan Demokles’in Kılıcı olmayı hiç sevmiyorum. Şimdi soruyorum! Bir aile daha ne kadar tüm emeklerini, çocuklarının çocukluğunu, aile huzurunu, çocuğunun zevk aldığı, yetenekli olduğu ve belki de vakit bulup yapabilirse çok başarılı olabileceği sanat veya spor faaliyetlerini ve de çocukları birer yetişkin olup yuvadan uçmadan önce, onlar ile geçireceği değerli yılları böyle sürekli değişen, 2 saatlik bir sınav sistemi için feda edebilir?

Bir SBS annesi...

(29.01.2011 tarihli Cumartesi Postası'ndan alınmıştır.)

Aşkın Senaryoları

Aşk... Ne kadar zor anlatılıyor ve daha da zor tanımlanıyor. Herkes bir ucundan tutmuş, her satırda, her filmde, her kitapta başka bir ayrıtını konuşuyor. Aslında ayrıtı olmayan, kenarı köşesi bulunmayan bir duygu aşk. Aşk bir gerçek midir yoksa bir rüya mı? Aşk deyince aklıma, gençlik okumaları, İngiliz edebiyatının çilekeş kız kardeşleri Bronte’lerin kitapları düşer: Jane Eyre, ‘Rüzgarlı Tepeler’... Aşkı konuşmak bile bu kadar zor iken, yazarlar nasıl yazmış, karakterler nasıl yaşamış, filmler nasıl çekilmiş...

Tüm sanatların büyüsünü en çok hissettiren duygudur; aşk. Sonradan okudum Aytmatov’un iç acıtan aşk tanımlamalarını. Bilmeyen var mıdır ‘Selvi boylum al yazmalım’ı? Önünde durduğum kitapçı raflarında, klasik kitapların, filmlerin arasında, konu olarak aşkı arayarak gözlerim ilerlerken neler geliyor aklıma? Ah, işte! Rüzgar Gibi Geçti! Scarlett’i hiç anlayamadım, sevmedim de.

Kazablankalı Sam de işlemedi bana... Humprey Bogard ve Ingrid Bergman’a rağmen hem de... New York’da Empire State binasında buluşmaya çalışanlar, İstanbul’da Gülhane Parkı, Yıldız Korusu’nda kol kola yürüyenler... Hepsi aşık birbirine... Dünya aslında aşkın boynuzunda dönüyor! Ya Anadolu’nun aşıkları? En kaça-göçe, en çok müdahaleye, ağır töreye maruz kalan aşklar belki de?..

Aşk için yapılanların aşkın taraflarına zarar vermesi ağır gelir bana: ‘Ya benimsin ya kara toprağın!’ Niye öyle olsun? Seven kıyar mı sevdiğine? Bırak yaşasın, hayat onu başka yöne sürüklese de... Benim sevdiğim aşk hikayelerinde kahramanlar mağrurdur. Aşklarını içten içe çeken kalplerin sahipleri... Hani verem eden cinsten aşklar vardır ya, onlar pek dokunur kalbime. Bir de başlayabilen ama günün birinde biten aşklar var. Gerçek aşk biter mi? Belki, iki insanın aşkı bitebilir ama AŞK yeryüzünde hiç bitmeyecek bence... Aşk deyince, öyle düşündürdü beni...

Tesadüfi olmayan tesadüfler

Tesadüfler bugünlerde aklıma takılıyor. Düşündüğün kişiyi köşeyi dönünce görüvermek ya da telefonda sesini duyuvermek... “Aaaa!” demek. “Ne tesadüf, ben de tam seni düşünüyordum.” Kaç defa geldi başımıza acaba? Kaç kere, bir kaç saniye öne geçtik hayatta. Önce düşündük, sonra yaşadık. Yaşayacağımızı bilmeden düşündük. Belli belirsiz, üst bellek tarafından algılanmayan bir şekilde hayatın algoritmasını değiştirdik. Bu varsayımda doğruluk payı varsa, hayatla ile ilgili bir çıkış yolu arayan kitlelerin ‘Sır’ın (The Secret) peşine düşmeleri anlaşılabilir. Tesadüf, aslında insanın isteklerini yaratma gücüdür. Tesadüf, bilinçaltıdır.

Tesadüf, mantıkla açıklanması imkansız ama önceden beklentisinin varlığı usa düşmüş olandır. Andre Suares (Felix-Andre-Yves Scantrel); “Tesadüf, inançsızların kadere taktıkları isimdir” demiş. Bizim hiç de yabancı olmadığımız ‘kadercilik’ inancını destekleyen bir söz. Suares, tesadüflerin kader olduğuna inanıyor. Ben, tesadüflerin aslında tesadüfi olmadığına inanıyorum. Ve diyorum ki; düşünce gücünüzü kullanın. Arzu edin, planlayın, adımlarınızı atarken zihnin enerjisini önden hedefe gönderin. Ondan sonra siz yolunuzda giderken karşınıza çıkan kişi veya fırsatlara ister ‘tesadüf’ dersiniz, ister ‘kader’, ister şans, ister ‘Sır’... Bütün mesele zihninizde bitiyor aslında.

Kütüphaneler

Çocukluğumda İzmir’in Karşıyaka İlçesi’ndeki Hoca Mithat Halk Kütüphanesi’ne üyeydim. Kitap rafların önünde saatlerimi geçirirdim. ‘Hangisini seçsem de benimle eve gelse’ diye düşünerek, açıp içlerine bakar, konularını okur, ciltlerini okşardım. Önce çocuk klasikleri, sonra da dünya edebiyatının eserleri ile orada tanıştım. Kütüphanenin, ülkelere göre ayrılmış sistematiği ile ‘hangi yazar hangi ülkenindir’ ve yıllara göre yapılmış raf sıralaması ile ‘bu yazar hangi devrin yazarıdır’ kavramları, kolayca oturmuştu aklımda. Bu kütüphaneli ‘okuma ve öğrenmenin’ hayatım boyunca faydasını gördüm.

Yaşıtım olan arkadaşlarımdan daha hızlı okuyup daha kolay aklımda tutabiliyordum dersleri. Sıkılmadan ders çalışabiliyordum. Ödevleri çabucak istekle bitiriyordum. Çünkü ders bitince beni bekleyen kitaplarım vardı. 15 günlük geri döndürme süresini hiç geçirmeden erkenden okur, önceden teslim eder, yenisini alırdım kitapların. Arkalarındaki teslim fişine benim adımı ve üye numaramı yazdıklarında, kendimi ‘önemli’ hissederdim. Daha yaş 11, yıl 1980... 3-4 sene en mutlu saatlerimi orada geçirdim. Sokaktan bambaşka bir dünya idi.

Sonra özel televizyonların artması ve ağırlaşan dersler ile birlikte, kütüphane ziyaretlerimin arası açıldı. Üniversite hazırlığı yüzünden de bir daha uğrayamadım çocukluk kütüphaneme. En son hangi kitabı alıp okumuştum acaba? Düşündüm, anımsayamadım. Kitap okumaya ise hiç ara vermedim. Hâlâ hakkında en çok ‘sahip olma’ isteği çektiğim şey, kitaptır. Kendi anılarımdan ve bana sağladığı faydalardan yola çıkarak ‘tüm çocukların birer kütüphane kartı olmalı’ diye ahkâm kesmek istiyorum izninizle.

İl ve ilçelerdeki kütüphane sayısı artmalı. Köy çocukları için gezici kütüphaneler devreye girmeli. İnsanların ‘öfke’ denilen en kara duyguya belleklerini kolayca teslim etmemeleri için, kitapların yatıştırıcı ve fikirleri terbiye edici etkisine özellikle büyüme çağında ihtiyaç var. Buna hayal gücünü geliştirme ve kendini sözle ifade edebilme hasletini de ekliyor kitaplar.

Silah taşıma yaşının daha yeni 18’e düşürüldüğü bir ülkeyi, ancak ‘söz silaha karşı’ anlayışı kurtarır. Bu ‘kütüphane sayısının artması’ temennisine, bir de ‘her mahalleye basket potası, her yeşile bir spor alanı’ hizmetini ekleyebilirsek, kimse tutamaz artık bu ülkenin çocuklarını. İşte o zaman, değmesinler keyfimize!

İnternetin alışveriş güvenliği

Günümüzde pek çok işlemimizi internet üzerinden halledebiliyoruz. Motorlu Taşıtlar Vergisi’ni internetten yatırabilir, kitaplarınızı internetten ısmarlayabilir, hatta yiyecek ve giysi alışverişinizi bile internetten yapabilirsiniz. Bu işlemler sırasında dikkat etmemiz gereken bazı detaylar var. Bunlardan biri, adres satırı http:// protokolu ile haberleşen bilgisayarların datayı şifrelemeden yolladıkları gerçeği.

Casus yazılımlar şifresiz datayı kolaylıkla ele geçirebilir. Https:// protokolu ile yollanan datalarda ise, haberleşme şifreli olacağından ve https:// kullanan bir web sitesinin güvenlik sertifikası olması gerektiğinden, haberleşmenin izlenmesi zordur. Web üzerinden kredi kartınızla alışveriş yaparken en iyi yöntem ise; bankanızın internet sitesinden oluşturabileceğiniz ‘geçici limitli sanal kart’ kullanmak veya kredi kart bilgilerinizi direkt olarak bankanın sistemine yolladığınız “3D Secure” sistemini destekleyen sitelerden alışveriş etmektir.

Böyle anlatınca sanki ‘internetten alışveriş etmemeli’ gibi geliyor insana. Fakat unutmamak gerekir ki, kredi kartınızı bir lokantada garsona verip hesap ödediğiniz zaman, tüm kredi kart bilgilerinizin kopyalanması, internet üzerinden bilgilere erişmekten çok daha kolaydır. En iyisi tedbiri elden bırakmamak ve sık sık kart ekstrenizi kontrol etmek.

Atma Twitter

Bu hafta Twitter’da çıkan söylenti, burçlara inansın inanmasın herkesin dikkatini çekti. 13. bir burç vardı! Adı da Yılan Burcu idi! Aslı astarı olmayan iddia, tamamen Minnesota Gezegenler Kulübü’nün verdiği bir röportajın yanlış anlaşılması sonucu doğdu. Minnesotalı gökyüzüseverler, Zodyak denilen burçlar kuşağındaki yıldız takımlarının sadece yeryüzünden görünenlerin adlandırılması ile oluşturulduğunu anlatıyorlar. Altını çizdikleri bir diğer gerçek ise, Ay’ın çekim kuvveti yüzünden, geçen zaman içinde Dünya’nın ekseninden kayıyor olduğu.

Bu nedenle de Güneş’in eskiden belirlendiği zamanda, geçmiş olması gereken burca geçmemiş olabileceği. Ve tam bu noktada Twitter’in çığ gibi büyüyen iletişim harikası sistemi devreye giriyor! Tüm dünya ‘Meğer 13. burç varmış’ı konuşuyor! Eh tabii, aldı mı burçseverleri bir endişe! Herkes önce bir sonraki burca bakıyor, sonra kendine bakıyor; “Yok, yok ben balık olamam!” veya “Benim nerem akrep ayol?!” diye söyleniyor! Üzülmeyin arkadaşlar, şimdilik astrologların Zodyak sistemini değiştirmeye niyeti yok! Herkes mutlu mesut burcunu okumaya devam edebilir.

(22.01.2011 tarihli Cumartesi Postası'ndan alınmıştır.)

'Kadın aşık olacağı adamı doğurur'

Bu ‘özlü söz’ geçen hafta sonu Gülben Ergen tarafından twitter’a yazıldı. Söyleyen Yılmaz Erdoğan. İkilinin sohbetinin tüm detaylarına elbette haiz değilim ama çıplak anlamında bu cümleye itirazım var. İtirazımın en büyük nedeni, erkeklerin hatalarını ‘mazur’ göstermesi ve onları ‘düzeltme’ yükümlülüğünü hayatlarındaki kadına yüklemesi.

Toplumsal olarak ‘erkek geç olgunlaşır’ inanışına hepimiz zaten alışığız ama ‘doğurmaya’ varacak kadar uzun boylu değil! İlişki denilen birlikteliğin en sağlıklı formu eşitliktir. Kimse kimsenin çocuğu olmamalıdır. Kadın ve erkek, olgun iki yetişkin gibi birleşir, ürer, beraber yaşlanır veya bir noktada ayrılırlar.

Olgunluk, bir ilişkiyi yaşanırken de bitirirken de herkese lazım. O nedenle, başlıktaki özlü söze itirazım var! İşin sırrı, erkeği doğurup sonra aşık olmak değil; zaten büyümüş adam bulup onunla bir hayat kurmayı başarmaktır.

Yemekteyiz şefler

‘Yemekteyiz’ programı nihayet çok eğlenceli ve öğretici bir yarışma ile ekrana geldi! Umarım bu haftaki yarışmayı izleme fırsatınız olmuştur! Kaçırdıysanız da internette çeşitli kaynaklarda bölüm videoları var. Şeflerin değişik malzemeleri karıştırıp oluşturdukları menüye kısaca göz atarsak fantastik lezzetleri nasıl elde ettiklerini anlıyoruz.

Salata için avokadoya yeşil elma ve fesleğen ekliyorlar, ayran aşı çorbasına damla sakızını katıyorlar, pazı dolmaya ıhlamur koymaya korkmuyorlar, mercimeğe adaçayı salıp, balkabağına yeşil limon sosu döküp, süte yatırılmış kereviz yaprağı üstünde et sunuyorlar!

Yemekleri iştah ve zevkle yerken beğenilerini belirtiyor, birbirlerini övüyorlar. Arada önceki yarışmacıların taklitlerini de yaparak bıkkınlık veren mantıksız kaprislerine taş atmayı unutmuyorlar. Rafet İnce, Özgür Özkan, Elif Korkmazel, Esat Özata ve Ceyda Baza hem değişik yemekler yaptılar, hem öğrettiler, hem de izleyenleri eğlendirdiler. Gecenin sonunda da birbirlerine 10, 10, 10 puan vererek herkese mesleki dayanışma ve saygıyı gösterdiler. Çok hoştu, çok.

Metro ve tramvay izlenimleri

Değişik çehreler, iniyorlar, biniyorlar... Gençler çantalarını sırtlarına takıyorlar. Hepsinin kulağından birer beyaz kordon sallanıyor. Müzik çalarları olmalı. Sürekli cepten mesajlaşıyorlar. İş kadınları var; elbiselerdeki ütüler bozulmasın diye ayakta duruyorlar... Kilolar kontrol altında... Yüksek topuklar yere sağlam basıyor...

Öğrenci olmayan erkeklerin çoğu bıyıklı. Acele bakışlar atıyorlar sağa sola... O gün takım elbiseli erkek yok. Oysa banka çalışanları olurdu... Belki de yarım saat geç kaldım, çoktan masalarına yerleştiler. En sevdiğim grup erkenci teyzeler. Ya çarşıya, ya pazara, ya torun bakmaya gidiyorlar. Yeni bir güne başlamaktan mutlular. Yan koltuklarına oturanla muhabbete başlıyorlar hemen. Vurdumduymaz öğrenciler bile kurtulamıyor ellerinden. Emekli amcalar daha ağır duruşlu. Onlar pek konuşmuyorlar. Bebek yok bu sabah. Bir bebek olduğunda her şey daha güzel oluyor! Karanlık yeraltına yaşam doluyor... Uzaktan uzaktan agucuk gugucuk oynuyoruz bebişle. Ama bugün öyle bir gün değil işte.

‘Küçük mutlulukları’ eksik bir günün başlangıcı... Metronun banttan anons yapan mekanik sesi “Taksim”, “Son durak” diyor. ‘Son durak’ film adı gibi (Final Destination), çağrıştırdıkları sevimsiz. Bir tane ‘metro müzisyen’nin bile olmadığı koridorlarda, ‘yürü’ ve ‘tırman’ eylemlerinin sonrasında Taksim’e çıkıyorum.Anında önümde koşturan mor bir kafa görüyorum. Ve, bu sabah ilk kez gülümsüyorum. İşte bir ‘küçük mutluluk’! Mor kafayı takip ederek, tramvaya atlıyorum... Çehreler değişti! Herkes daha bir canlı, heyecanlı! Yan sıradaki lastik ayakkabılı turist çift en az 70 yaşında. Ellerindeki harita ile Taksim’e bakıyorlar. Etrafa gülümsüyorlar! Keman kabını sıkı sıkı tutan küpeli genç, yanındaki arkadaşı ile şakalaşıyor. Bir grup okul öğrencisi birlikte şakıyor. Yanımdaki genç kadın, mis gibi yasemin kokuyor. ‘Oh’ diyorum, ‘sonunda yeryüzüne geldim’! Sanki güne başlamak için doğru duraktayım!

Ak Gelin

‘’Develi’den bir Türkmen obası, Erciyes Dağı’nın eteklerinde bir yaylaya çıkmış. Bu obada, güzelliği dillere destan bir kadın varmış. Gözlerini yere eğdi mi, bunu kuşlar bile fark edip uçtukları yönü değiştirirmiş. Sustu mu, yağmurlar yağarmış. Erciyes’in karlı doruklarına baktı mı, biri kederli bir türkü tuttururmuş. Badem ağaçları onu görünce mırıldanır, ulu cevizler eğilip saçlarını okşarmış. Tosbağalar tılsımlı kelimeler söylermiş yanından geçerken. Herkes ona ‘Ak Gelin’ diye seslenirmiş...” Ne güzel başlıyor efsane değil mi? Yapı Kredi Yayınları’ndan Filiz Özdem imzası ile çıkan ‘Yeryüzünden Binbir Efsane’ adlı kitaptaki pek çok efsaneden biri Ak Gelin.

Bu toprakların büyülü dünyasında çocuklar ile büyükleri el ele gezdiren bir kitap olmuş. Geçen hafta içinde yaş gününü kutlayan minik oğluşa, onu çok seven anneannesi pek çok kitap getirdi. Hepsinin içinde, Can’ın en çok sevdiği bu kitap oldu. Tesadüfe bakın ki, yazar Filiz Özdem de kitabı kendi oğlu Utku’ya ithaf etmiş. Sizin de evinizde uyku öncesi masal dinlemeyi seven küçük insanlar var ise ‘Yeryüzünden Binbir Efsane’ biçilmiş kaftan.

(15.01.2011 tarihli Cumartesi Postası'ndan alınmıştır.)