Çarşamba, Nisan 20, 2011

Bir baba, bir cocuk, bir sinav

İnci Tulpar
incitulpar@gmail.com
Bir çocuk, bir baba, bir sınav...
16 Nisan 2011
Yazı Boyutu:
Yaren 20 yaşında. İstanbul’un çok da varlıklı olmayan bir muhitinde kira olan evlerinde anne-babası ve küçük kardeşi ile yaşamakta... Babası boyacılık yapıyor, annesi ev hanımı ve okuma-yazması yok. Yaren akıllı, duyarlı ve annesinin hayat sevinci. İlkokulu, mahallelerine yakın bir okulda okumuş. Öğretmenleri Yaren’i çok seviyor. Yaren de okumayı... Dersleri hep iyi, ödevlerini eksiksiz yapıyor, bilemediklerini teneffüslerde gidip öğretmenlerine soruyor. İlköğretim bittiğinde, babası “Yeter bu kadar okumak, artık okumak yok. Evde annene yardım edersin, yaşın geldiğinde de evlendiririz seni” diyor! Yaren ağlayarak okuldan bir öğretmenine anlatıyor durumu.
Tüm öğretmenler seferber oluyorlar Yaren için. Okul ile ev arasında ziyaretler başlıyor, babayı ikna etmeye çalışıyorlar. İlk başlarda Nuh deyip peygamber demeyen baba, zamanla yumuşuyor. Zaman dediğimiz, öyle 1-2 hafta değil! Bütün yaz uğraşıyor öğretmenler. Sonunda liseye kaydını yaptırıyorlar Yaren’in. Baba hâlâ memnun değil ama araya okul müdürü ve muhtar girip “Bak, Kaymakam Bey de takip ediyor durumu. Yaren kadar derslerinde başarılı bir öğrencimizi okutalım, ilerde öğretmen olur.
Hem size, hem kendine, hem de vatanına faydası olur” diyorlar. İlkokul öğretmenleri, Yaren’i lise öğretmenlerine emanet ediyor. Kitapları, defterleri, harçlığı, üniversite kursu için taksitleri, hep öğretmenler ve onların tanıdığı eğitime gönül vermiş insanlar tarafından karşılanıyor. Yaren de tüm çabası ve enerji ile okuyor, çalışıyor, başarmak için uğraşıyor. 2 sene önce üniversite sınavına giriyor. Ve biliyor musunuz hangi üniversiteyi kazanıyor? Dişçilik fakültesini! Herkes çok seviniyor. En çok da Yaren’in babası seviniyor! Çünkü yıllardır ağzında diş yok! Yaren artık bir üniversite öğrencisi. Narin elleri dişçilik için çok uygun. Azimli ve sevecen karakteri de!
Ben Yaren’i, kendisine yardımcı olan onlarca öğretmeninden birinden dinlediğim hikâye ile tanıdım. 6 sene önce “Evde oturacaksın” diyen babasının dişlerini, kendi okulunda yaptırmaya başlamış. Ölçü, çekim, röntgen... Ne gerekli ise Yaren hepsini kendisi takip ediyormuş. Babası Yaren’e bakarken gözleri gururla parlıyormuş!
Rivayet o’dur ki; baba mahalledeki herkese kızının dişçi çıkacağını anlatıyormuş! Bu hafta çıkan üniversite sınavı şifre iddialarını okudukça aklıma diğer Yaren’ler geliyor! Canla, başla, azimle, zorlukla, yoklukla, cahillikle savaşarak; alın teri ve akıl akıtarak o sınavlara hazırlanan çocuklar!.. Bu katakulliler onların hakkını yiyor! “Kul hakkı” diyoruz biz halk arasında. ‘Kul hakkı yemek günahtır’ diye biliyoruz! İlim, irfan ve güvenilirlik üzerine kurulmuş kurumların böyle şaibeler altında kalması inanılmaz! İsteyen örtülü, isteyen örtüsüz, isteyen küpeli, isteyen uzun saçlı girsin üniversiteye... Yeter ki hak etmeden, fırsatçılık ile girmesin! 
Kitap öcü değildir
BM İnsani Gelişim Raporu’na göre Türkiye, okuma alışkanlığında Malezya, Libya, Ermenistan gibi ülkelerin de bulunduğu 173 ülke arasında 86. sırada yer almakta. Araştırmalara göre; Japonya’da 25 kişiye bir kitap, Fransa’da 7 kişiye bir kitap, Türkiye’de ise 12 bin 89 kişiye bir kitap düşmekte. Bu hafta beni çok sevindiren bir emesaj aldım. Fevzi Çakmak İlköğretim Okulu Müdür Yardımcısı Ahmet Korkmaz okullarında başlattıkları ‘Serbest Okuma Saati’ projesinden bahsediyor.
Öğrencilerine ve ailelerine verdikleri kitaplarla artan kitap sevgisini ve okuma alışkanlığını rakamlar ile göz önüne sermiş. Çarpıcı ve sevindirici bir artış var sayılarda. Mesajını, Paul Jennings’in Cambridge Üniversitesi Kütüphanesi’nde asılı şu sözü ile noktalamış; “İsteksiz okuyucu diye bir şey yoktur. Sadece doğru kitaplar kendisine büyükler tarafından verilmemiş çocuklar vardır.” Modern dünyada Türk insanının imajının düzelmesi için, mutlaka eğitim seviyemizi ve bilinç düzeyimizi artırmamız gerekli. Çocukların kitap, büyüklerin de gazete okuması ile başlayacak her şey! Çocuklarımızı yetiştirirken televizyon konusunda cimri, kitap konusunda cömert olalım.
Dünya bir bütün
Japonya’dan kalkan radyasyon yüklü bulutun ülkemize varıp varmayacağını tartışıyoruz! İstanbul-Fukushima arası kuş uçuşu 8839 km! İstanbul-Mersin/Akkuyu arası 928 km! Komşularımızda olan nükleer santraller Japonya’dan daha da yakın! Dünya Nükleer Kurumu Başkanı John Ritch, CNN’e verdiği demeçte, tüm dünyada hali hazırda 240 adet nükleer reaktör olduğuna ve bunların yüzde 20’sinin ‘deprem kuşağı’ üzerinde yer aldığına dikkat çekiyor! Japonya, hem büyük depremlerin ülkesi olması hem de 55 adet nükleer reaktörüne bel bağlamış enerji politikası ile en önemli örnek! Ayrıca Çin ve Hindistan gelecek yıllarda toplam 1000 nükleer reaktör yapma planları ile, nükleer enerjiyi en çok savunan ülkelerin başında geliyor! Yakında tüm dünyada ‘önüm, arkam, sağım, solum nükleer reaktör’ şeklinde bir tablonun ortaya çıkacağı şimdiden aşikâr!
Her ülke istediği gibi nükleer santral kurabildiğinde, sadece o ülkenin insanı değil, aslında tüm dünya nüfusu büyük bir risk ile karşı karşıya kalıyor! Ülkemizin etrafı ve gök kubbesi, beton duvarlarla, çelik kaplamalarla sıkı sıkıya kapalı olmadığına göre, tek başına Mersin-Akkuyu’ya ‘santral yapılsın mı, yoksa yapılmasın mı?’yı tartışmak, gerçekçi ve yeterli bir tartışma zemini değil! İlk etapta yurttaşlar olarak devletten talep etmemiz gereken, özellikle komşularımızdaki nükleer santrallerin kontrol ve yenileme çalışmaları için girişimde bulunması.
Bulgaristan ve Ermenistan’daki santrallerin ‘eski kuşak’ olduğu, yenilenip felaket senaryolarına hazır hale getirilmesi gerektiği bilinen bir gerçek! Başlıkta da dediğimiz gibi, ‘Dünya bir bütündür’. Ve maalesef komşuda pişen radyasyon bize de düşebilir! O zaman, aradaki dağlar filan da pek koruyamaz bizi!
(09.04.2011 tarihli Cumartesi Postası'ndan alınmıştır.)

Yesilcam'a senaryo onerileri

İnci Tulpar
incitulpar@gmail.com
Yeşilçam'a senaryo önerileri
09 Nisan 2011
Yazı Boyutu:
Yeşilçam ödülleri dağıtıldı. ‘Çoğunluk’ ve ‘Gölgeler ile Suretler’in ödül almasına çok sevindim. Yakalarsanız, iki filmi de kaçırmayın. Ayrıca ‘Press’ ve’ Kaybedenler Kulübü’ vizyondaki diğer dikkat çeken yapımlar... Yeşilçam ve vizyon demişken, geçen hafta eğlence olsun diye karaladığım birkaç senaryo önerisini paylaşayım! Çok iyi gişe yapacağına (!) inandığım taslak senaryolarım şöyledir;
Yeşilçam’a senaryo önerisi (1)
Bol rekabetçi bir futbol filmi! Evet, 2000 yılında çekilen ‘Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’ı unutmadım. Ama 11 yıl sonra sinemamızın yeni bir futbol filmine ihtiyacı var. Takım, oyuncular, özverili bir teknik direktör... Alınması zor olan bir de mucize kupa... Varoşlardan çıkan yetenekli futbolcular... Bol azim, müthiş efor, inanmış yüreklerin ulaştığı bir zafer!
Yeşilçam’a senaryo önerisi (2)
Şöyle karlı, zor hava şartlı, dağda geçen bir kaybolma ve kurtarma filmi... Aksiyon, gerilim diz boyu! Hatta kaybolanlar, Nuh’un gemisini aramaya gelen yabancı bilim adamları olabilir, kurtaran da AKUT!
Yeşilçam’a film önerisi (3)
Başrolde bir köpeğin oynadığı aile filmi lazım sinemamıza. Köpek ile çocuğun dostluğu, köpeğin aileyi şofben zehirlenmesi veya yangın gibi bir felaketten son anda kurtarması üzerine çekilecek bir film... Çekim sırasında rol alan hayvanlara iyi davranılacak, filmin sonuna mutlaka ‘Bu filmin çekimi sırasında hiçbir köpek zarar görmemiştir!’ diye yazılacak...
Yeşilçam’a film önerisi (4)
Otostopla Türkiye’yi gezmeye karar veren iki gencin maceraları... Korkmayın, kötü bir şey olmayacak! Oldukça pozitif ve umut dolu bir senaryo bu... Yolda tanıştıkları insanlar, onları taşıyan kamyon şoförleri, ilginç kamyon yazıları, yol manzaraları, yöresel yemekler ve misafirperverlik... Biraz aşk, biraz yol... Bakalım kim aşkı için Karadeniz’de kalacak, kim çıktığı yoldan geri dönmeyecek!
Yeşilçam’a film önerisi (5)
Genç doktor grubunun, kampta sel felaketi ile karşılaşması üzerine bir senaryo... Doğada, ölümle boğuşan yaralılara yaptıkları ilk müdahaleler... 2 saatlik bir macera ve kahramanlık filmi. Burada doktorların Mac Gyver gibi doğaçlama tedaviler bulması tercih sebebidir (itiraf etmeliyim ki; bu senaryoda ‘Sınırsız Doktorlar’ projesinden esinlenme var)!
Yeşilçam’a senaryo önerisi (6)
Formula pistindeki hayatlar... Kurtköy’de boş duran Formula pistinin set olarak kullanıldığı bir yerli ‘Grease’! Başrollerde ‘Yok Böyle Dans’ yarışmasının dansçı ünlüleri; Azra Akın, Eda Taşpınar ve mutlaka Burcu Esmersoy! Kırmızı arabalar, deri kıyafetler, tam bir gençlik filmi... Mesaj kaygısı falan yok! Uf uf uf; tadından yenmez! The END
Annelere ve babalara...
Sevgili anne ve babalar, Sizlerin de her gün okuduğu gibi küçük çocukların başına korkunç olaylar geliyor. Artık devir değişti. Eskiden rahatça, güvenle sokağa oynamaya saldığımız, bakkala gönderdiğimiz, okula yalnız gidip gelen çocuklarımızı artık herkesten koruyup kollamak zorundayız! Kız veya erkek çocuk demeden, ‘hepsinin başına her an bir kötülük gelebilir’ düşüncesini aklımızdan çıkarmamalıyız! Sizlerden, normalden daha fazla evhamlı, daha kollayıcı, daha gözümüzü dört açarak çocuklarımızı büyütmemizi rica ediyorum. Her ülkede olan ‘pedofili’, yani ‘çocuklara yönelik sapkınlık’ vakaları, ülkemizde de artmış durumda.
Devletin görevi, oluşmuş suçlara karşı önlem almak iken, anne ve babaların görevi de suçun oluşmasına mahal vermeyecek şekilde kendi çocuklarını koruyup kollamak. Köy yeri, şehir yeri, mahalle arası, okul yolu, çarşı, pazar demeden ‘kötülüğün’ her yerde miniklerin karşısına çıkabileceğini unutmayalım. Örneğin, mahallelerde anneler aralarında çeşitli görevler alabilirler. Her gün biri çocukları okula getirip götürebilir. Bayramda, seyranda, sokakta oynarken devamlı gözetelim çocuklarımızı. Komşuya, memlekete, akrabaya ziyarete gittiğimizde, dışarı bırakmayalım... Ya da başlarında aklı eren 15-16 yaşlarında bir abla veya ağabey olsun.
Çocukların arkadaşlarını, arkadaşlarının evlerini tanıyalım. Başka yerde gece yatısına izin verirken 2, hatta 3 kez düşünelim. Ev bilgisayarlarında ve internet kafelerde çocukları tuzağa düşüren sitelere engelleme koyalım. Bu sitelerin hem polis birimleri tarafından, hem de rast gelen internet kullanıcıları tarafından tespit edilip ‘pedofili’ eğilimli olan kişilerin izlenmesi gereklidir. Çocuklarımıza tembih üstüne tembih yapmayı unutmayalım. Her uyarımız kulaklarına küpe olur. Afrika atasözü ‘Bir çocuğu tüm köy beraber büyütür’ der. Komşumuzun, mahallemizin çocuklarını da, kendi çocuğumuz gibi koruyup kollayalım. Birinin başına bir şey geldiğinde sadece ailesi ağlamıyor çünkü, tüm memleket ağlıyoruz. Haydi anneler, babalar görev zamanı. Kötülüğün minnacık yavruları yutmasına fırsat vermeyelim!
Hikayenin gücü
‘Gerçekten daha gerçek olan tek şey, hikayedir’. Bir Musevi atasözü olan bu deyiş, bize hikâyecinin dinleyici üzerindeki etkisinin ‘gerçek’ kadar güçlü olduğunu anlatır. İyi bir kurgu ile yazılmış ve dilin muhteşem anlamlara sahip lezzetli sözcükleri ile anlatılmış bir hikâyeyi dinlemeye doyulmaz. Hikâyeleri böyle anlatan bir kadın yazar var bugünkü köşemizde; Isabel Allende. Şilili bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Allende, 1970 yılında ailesinin Amerika’ya sürgüne gönderilmesi ile yazarlık serüvenine başlar.
Genelde, ailesinden ve tanıştığı kadınlardan aldığı ilham ile yazan Allende, yazdığı kitapların gelirini kendi adına kurduğu vakfa bağışlıyor. Vakfın amacı Şili’deki kadınlara ve genç kızlara yardım etmek. Henüz Allende ile tanışmadıysanız ‘Yüreğimdeki Ülkem’, yazarı tanımak açısından okunacak ilk kitabı olabilir. Herkese keyifli okumalar dilerim.
(02.04.2011 tarihli Cumartesi Postası'ndan alınmıştır.)

Ruhu Seyyah Akli Gezgin

İnci Tulpar
incitulpar@gmail.com
Ruhu seyyah aklı gezgin
02 Nisan 2011
Yazı Boyutu:
Böyle insanlar vardır. Vücudu bir masada iş kotaran ama aklı dünyada gezgin olan... Modern plaza insanı da olabilir, bir mağaza tezgâhtarı da, bir ilkokul öğretmeni de, bazen bir gazetenin köşe yazarı da! Gözü camdan gökyüzüne bakmakta, hayallenmekte... Kimbilir belki de Brezilya’da gezmekte, Yağmur Ormanları’nda yürümekte, Hawai’de maviye dalmakta veya Küba’da fotoğraf çekmekte... Ya da Antakya’yı özlemekte, Sümele’ye çıkmak istemekte, Göcek’i, Peri Bacaları’nı, Artvin’i, İğneada’yı düşünmekte...
İmrenmekte, özenmekte, en önemlisi ihtiyaç duymakta seyahate; diğer bir deyişle ‘hava değişimine’... Kendimiz uzaklaşamadığımızda da aklımızı salarız yollara. Olsun varsın, akıl değil midir ki, insanı insan yapan; en azından o gezsin o zaman. Hem akıl, vücuttan daha hızlı ve bedava seyahat edebiliyor! Çat orada, çat burada... İlk leylek sürülerini havada gördüm bu hafta sevgili Çepeçevre okurları. Demek ki, seyahat olasılığım var! Falcı bacı gerçek olsa; telveme bakla atıp suyuma külü katıp “Üjj vakte kadar, uzuuun bir yol...” der miydi acaba? Siz de gözünüzü çevirin bu aralar gökyüzüne. Tam leylekleri görme zamanı. Leylek görünce seyahat garantisi yok ama, en azından umudu var.
Kimi yazar kimi çizer
Karikatür ile yapılan mizah, dünyanın her yerinde entelektüeller tarafından değeri bilinen bir sanat dalıdır. Evet, hem mizahı, hem de karikatürü sanat tanımı içine dahil eden bir anlayışla yazdım bu tümceyi. Sanatın en önemli unsuru iletişimdir. Düşünce tarihinin gelişiminde iletişimin yeri yadsınamaz. Çizgi ise, tarih öncesinden beri olagelen tek iletişim metodudur. Çizginin bir düşüncesi, iletmek istediği bir mesajı olduğunda ‘karikatür’ dediğimiz grafik sanatı kullanır. Karikatüristler hem sanatçı, hem mizah ustası, hem de düşünürdür. Tarih boyunca az sayıda kadın düşünür ile karşılaşırız. Aynı durum karikatür sanatı için de geçerli.
Bu dünyada olması gerekenden çok daha az sayıda kadın karikatür sanatçısı var! Olanlar da genellikle ‘kadın’ ile ilgili sosyal farkındalık yaratmaya yönelik çizimler yapıyor. Bu nedenle ‘kadın karikatürist, eşittir feminist’ gibi yanlış bir algılama ortaya çıkabiliyor. Baştan söylemeliyim ki, aslında durumun feministlik ile ilgisi yok. Kadınlık ile ilgisi ise çok! Şöyle ki: Kadınların da yer aldığı toplumsal değişimler her zaman kalıcı ve etkili olur. Bazı kadınlar da bu değişimlerde çizgileri ile yer alıyor, ‘herkes için daha adil bir dünya’ hayali ile çiziyorlar. Örneğin, Birleşmis Milletler’in ‘Barış İçin Karikatür’ oluşumu kapsamında, New York’tan bir kadın karikatürist olan Liza Donnely, Suudi Arabistan, İran ve Türkiye’den kadın meslektaşları ile bir araya gelerek ortak çizimler yapabiliyor.
Türkiye’nin ilk kadın karikatüristi kabul edilen Selma Emiroğlu’ndan günümüze dek, pek çok kadın karikatürist, mizah dergileri, karikatür kitapları veya gazete köşelerindeki küçük alanlarında bizlere günlük gülümsemeler sundular. Gülümsetirken de önemli mesajlar verdiler. Ramize Erer, Göksu Gül, Meral Onat, Gülay Batur, Çılgın Bediş’in çizeri Özden Öğrük, Piyale Madra... Maalesef, bugün basınımızda pek az sayıda karikatür yer almakta... Nedenlerini hepimiz biliyoruz. Halbuki karikatür, bir sayfa yazının anlatamadığını ‘3 cm’e 5 cm’ bir kutucukta ne güzel anlatıyor!
Madem “Değişimlerde kadınların rolü yadsınamaz” dedik, o zaman karikatürün hem medyada, hem de diğer görsel basında hak ettiği yeri bulabilmesinde, kadın karikatüristlerimize artık daha çok ihtiyaç var! ‘Yarın çocuklarımıza bırakacağımız Dünya’yı tanımladığımız zamanları yaşadığımız bu günlerde, karikatür sanatının ve karikatüristlerin, en az yazarlar kadar kamuoyu üzerinde etkili olduğuna inanıyorum. Kimi ‘çizer’, kimi ‘yazar’ ama korkmayın kıyamet bundan kopmaz!
Toplulukta cep muhabbeti
Son zamanlarda çok sık rastladığım bir sahne var; 2-3 kişi yemek yerken aralarından biri mutlaka cep telefonu ile konuşuyor. Konuştuğunu, hem aynı masada yediği insanlar hem de mekândaki diğer müşteriler dinlemek zorunda kalıyor. Aynı sahne bankalar için de geçerli. Sıra almış beklerken yanınızda oturan veya ayakta duran kişinin tüm konuşmasını dinleyebilirsiniz. Veya çocuk parkları! Anneler, bakıcılar sürekli telefonda! Ya alışveriş marketlerine ne demeli? Kasada, raflara bakarken, giysi seçerken sürekli bir ‘dış ses’ var! Sizi, arzunuz dışında onun hayatına dahil olmaya zorluyor! Gelen telefonu yanıtlamanız mutlaka gerekli ise, diğer insanlardan uzaklaştıktan sonra konuşmanızı tamamlayabilirsiniz.
Düşünceli ve nazik olmak, biraz rahatımızı kaçırıyor elbette! Kalk, uzaklaş, konuş, yerine dön filan, uzun işler! Ama unutmayın, bir gün siz de bir karı-koca kavgasını, bir çek senet anlaşmazlığını, bir sindirim zorluğu problemini, bir ‘kuaför saçımı yaktı şekerim’ muhabbetini; tam güzel ve romantik yemeğin ortasında, öğle tatilinde gözlerinizi kapattığınız güneşli bir bankta veya çocuğunuz ile hayattan çaldığınız birkaç huzurlu park dakikasında dinlemek zorunda kalabilirsiniz! Gelin, birbirimize zulüm etmeyelim. Zaten dolu kafaların istiap haddini doldurmayalım. Cep telefonlarımız ile kıyıda-köşede diğerlerini rahatsız etmeyecek şekilde konuşalım!
(26.03.2011 tarihli Cumartesi Postası'ndan alınmıştır.)

Japon Olmak

İnci Tulpar
incitulpar@gmail.com
Japon olmak...
26 Mart 2011
Yazı Boyutu:
Japonya’yı ve Japonları tanıyor muyuz? Evet, evet, hani şu deprem ve tsunami felaketi üzerine bir de nükleer kabusu ile yürek dağlayan ülkenin çekik gözlü insanları... Ansiklopedik bilgilerle başlayalım yazımıza; Japonya ‘doğan güneşin ülkesi’ olarak bilinir. 3 binden fazla adadan oluşur. 128 milyonluk nüfusu ile, dünyanın en kalabalık ilk 10 ülkesi arasındadır. Kişi başına düşen gelir itibarı ile dünyanın Amerika’dan sonra en zengin ikinci ülkesidir. Teknoloji ve eğitimde ileri bir ulustur.
2011 Martı’nda dünyanın tanık olduğu en büyük depremi ve beraberinde gelen akıl almaz sorunları yaşamaktadır! Ama benim yazmak istediğim, Japonların deprem ve tsunami sonrası ekrana yansıyan vakur ve sessiz hallerinin hissettirdikleri... Gözümün önünden gitmeyen sahnelerden biri, sokaktaki insanların tek dizlerini yere koyup ölçeklerin bile ölçemediği büyüklükteki deprem anındaki tevekkülleri... Üyesi oldukları topluma karşı bilinçli, eğitimli, sorumlu vatandaş davranışlarını eksiksiz sergilemedeki başarıları...
Akdeniz coğrafyasının fevriliği ile Arap coğrafyasının dediğim dedik egoistliği arasına sıkışmış ülkemizde, en büyük ihtiyaç ‘duygu kontrolü’... Duygu kontrolü, Japonların küçük yaşta kazandıkları bir değer. Mütevazılıkları ile bilinen bu zarif kültürün insanları, sevinçte de üzüntüde de kendilerini kaybetmezler. Hem sevincini hem kızgınlığını havaya silah sıkarak gösteren toplumlar için aşağı görme amaçlı bir tanımlama ile nitelendirilebilecek bu hasletleri, özellikle doğal ve insan yapısı felaketlerin ardı ardına geldiği, maddi ve manevi dirençlerinin kırılma noktasına varabileceği bu kara günlerde, Japonya’yı ayakta tutan bir toplum değeridir.
Japonlar “Kao de warau kokoro de naku” (yüzü gülüyor fakat kalbi ağlıyor) der. Bu hafta tüm Japon yürekler ağlıyor. Onlarla birlikte bu ülkeden ekranlara ulaşan görüntüleri izleyen bizlerin de yüreği ağrıyor. Japon mitolojisi pek çok farklı hikâyeden oluşur; duruma en uygun olanını aktaralım: “Japonya’nın yaratılışı sırasında; İzanagi adlı bir erkek tanrı ve İzanami adlı bir dişi tanrıça varmış. Mit bu ya; İzanagi ile İzanami bir gökkuşağında cennetten inen ilk Japon çiftmiş. Cennet mücevherli bir mızrakla ilk okyanusu karıştırmışlar ve Japon adalarını yaratmışlar. Diğer tanrılar ve insanlar da bu çiftten doğmuş! ‘Ateş Tanrısı’ Kagutsuchi bu tanrılardan biri imiş. Ama hikâyenin bundan sonrası acıklı. İzanami, ateş tanrısı Kagutsuchi’yi doğururken yeraltı dünyası Yömi’ye inmiş, yani ölmüş! İzanami’yi kaybetmenin acısı ile İzanagi de oğlu Kagutsuchi’nin başını kesmiş!
Ardından da yeraltına inerek İzanami’yi ondan alan Yömi’nin savaşçıları ile savaşmış! Tekrar yeni bebekler yaratmak için yeryüzüne çıkarken de kötü savaşçıların gün ışığına çıkmasını önlemek için, iki dünya arasındaki tüneli büyük bir kaya ile kapatmış...’’ Mitolojinin gizli büyüsünde değerlendirirsek geçen haftaki deprem, İzanagi’nin yeryüzünü korumak için yeraltı dünyasının ağzına kapattığı bu büyük kayayı yerinden oynattı! Deprem, yeraltı tanrısı Yömi’nin ve onun kalbini yiyerek artık yeraltı dünyasına ait olan İzanami’nin insanoğlundan aldıkları intikamdır. Bugünlerdeki görüntülerde, İzanagi’nin çocukları olan Japonların, Yömi’nin karanlık güçleri ile süregelen savaşını görüyoruz. Tüm inançların yaratıcı güçleri onlara yardım etsin.
Brezilya’nın Elif’i
Hepimizin anımsadığı ‘Simyacı’ kitabının yazarı Paulo Coelho, bize Türk milleti olarak çok tanıdık gelen bir isim verdiği yeni kitabını yayınladı; ‘Elif’... Elif, kitaptaki bir karakterin adı değil. Ama kitapta bir Türk kadını da var. Hilal... “Peki Elif adı nereden çıktı?” derseniz, ‘Elif’ kitapta her şeyin başladığı, zaman ve mekan kavramlarının olmadığı boyut. Hilal ve Coelho’nun, Sibirya’da çıktıkları maceradan bile önce, ruhlarının birbirine aşina olduğu boyutu temsil ediyor. Brezilya, Rusya, Türkiye gibi farklı coğrafyaları harmanlayan kitap, haftanın ilginç okumalarından...
Çöpe atılan bebekler
Çok acı bir konuya dikkatinizi çekmek istiyorum: Çöpe atılan, sokağa terk edilen bebekler... Argo adları ile ‘piçler’! Korkunç bir kelime değil mi? Kaba, sevgisiz, nefret dolu bir tabir! Oysa bebek onlar! Bir bebeği kokladığınızda ‘nefret’ doğabilecek en son duygudur. Bir de onları doğurup atanlar var. Belli ki çaresiz, korkuyor ve yalnız... Çoğu 9 ay 10 gün hamileliğini gizliyor ailesinden. Nasıl yapabiliyorlar, o aileler nasıl anlamıyor, bilemiyorum; ama saklamayı başarıyorlar. Aslında ‘başarmak’ yanlış fiil. Çünkü başarı olarak adlandırılabilecek bir durum yok ortada.
‘Saklamayı kotarıyorlar’ diyelim en iyisi. Çoğu, kavga edilen evlerin şiddet dolu ortamında sevgisiz büyümüş çocuklar. Gençlik dürtülerini, bedenlerinin reaksiyonlarını, dövmeden kalkan elden gelen ilk yumuşak ten temasını, sevgi ile aşk ile karıştırıyorlar. Yapıyorlar bir hata. Büyük bir hata. Kendisi gibi 15-20 yaş aralığındaki erkek arkadaşlarından hamile kalıyorlar! İki çocuk da söyleyemiyor ailelere... Gizli saklı, banyoda, okulda, hastane tuvaletinde doğuruyorlar! Daha doğrusu ‘kız’ doğuruyor! Sonra, ya çöpe atıyorlar bebeği ya camii avlusuna veya sokağa...Gerçekten çaresizlikle geçen, uzun ve korkulu bir bekleyiş nedeniyle akıllarını kaybetme raddesine gelmiş şolan bazıları da yakıyor bebekleri!
Evet, anımsadınız o haberi değil mi? Unutmak istiyor hafıza ama vicdan unutamıyor bu hikâyeleri. Bu ‘istenmeyen’ bebekleri korumanın bir yolu olmalı. Toplumsal örf ve adetlere, aile ve geleneklere rağmen hâlâ doğuyor bu bebekler. O zaman ‘ölmelerini’ önlemek zorundayız! İsmini, cismini saklamak isteyen, ‘kendi çocuk’ anneleri veya babaları tarafından, sorgusuz sualsiz teslim edilebilecekleri bir sistem oluşturulmalı.
Sırf bebeği kurtarmaya odaklı bir sistem... Anneyi, babayı kayıt altına almayacak, ilerde arayıp sormayacak, onların da ailelerini bebekten haberdar etmeyecek bir sistem. Veya bu kayıtları ‘gizli, mühürlü’ saklayacak bir sistem. Mühürleri ancak mahkeme kaydıyla açılabilecek bir sistem! O zaman ‘duyulmasın’ korkusu ile bebekleri öldürmez ya da sokağa terk etmez anneler. ‘İsimsiz’ anne olarak, devlete emanet eder bebeğini. Genç anaları töreye, bebeleri ‘terkedilmişliğe’ kurban etmemek için, gelin düşünelim çareleri... Çünkü böyle bir sorun da var ülkemizde!
(19.03.2011 tarihli Cumartesi Postası'ndan alınmıştır.)

Voltaj Canavari

İnci Tulpar
incitulpar@gmail.com
'Voltaj Canavarı' ziyarete geldi!
12 Mart 2011
Yazı Boyutu:
Geçen hafta sabaha karşı 03.00 sularında alt sokakta çalmaya başlayan alarm beni yatağımdan sıçrattı! Gidip gelen elektrik yüzünden bozulan ev alarmı, gece karanlığında canhıraş bir şekilde bağırıyordu. Bir süre sonra yaygarası kesildi ama kaçan uyku, sabaha kadar tekrar uğramadı. Sabah sürünerek kalkıp buzdolabının kapağını açınca da beynimin alarmı çalmaya başladı! Henüz garanti kapsamındaki buzdolabının beyni, gelip giden elektrik ve yarattığı voltaj problemi yüzünden bozulmuş!
Gelen servis “Yenisinin merkezden ısmarlanıp gelmesi ve takılması 5-6 günü bulacak” dedi. Alt depoda yardımcımın evine doğru yapacağı ebedi yolculuğunu beklemekte olan emektar Bosch tekrar mutfaktaki yerine taşındı. O anda, çıkardığı gürültü ile trenleri aratmayan eski buzdolabımın yüzünde müstehzi bir gülüş gördüğüme neredeyse yemin edebilirim! Tam “Sabah haberlerini açayım” dediğimde ise yine ‘voltaj canavarı’nın icraatı olduğundan şüphe duymadığım bir marifet sayesinde, DigiTürk kartının tüm paket bilgilerinin uçmuş olduğunu keşfettim! Kanalların hiçbiri açılmıyordu!
Buzdolabı servisini uğurlayıp da daha arkalarından ferah sularını dökemeden DigiTürk servisi kapıyı çaldı. ‘Gel, gel, kim olursan gel; yeter ki tamir et’ temennisi ile onları da buyur ettik! Tam o sırada sabah servisi için gelen meşhur Mehmet Efendi “Abla, kazan arıza yaptı, elektrik neyim pompaları attırmış, suları kesiyom” dedi! Teknolojik hiçbir parçası olmamasına rağmen, takdir edersiniz ki ev için önemli bir fonksiyona sahip olan tuvalet sifonu da ‘benim neyim eksik ayol, bir de ben bozulayım bari’ dedi ve bozuldu. Alt sokaktaki tesisatçıyı da çağırdım! Gelen giden elektrikten başı dönen modem ile bilgisayar da birbirine küsüp konuşmamaya başlayınca, TTnet Yardım Hattı (0212 444 0 375) ile hoş görüşmelerimiz oldu!
Hani yetkililer bizi ‘Şifre ve parolalarınızı bir yere yazmayın’ diye uyarıyor ya sevgili Çepeçevre okurları; söz konusu internet aboneliğiniz olunca mutlaka yazın! TTnet Yardım Hattı’nın ‘yardım’ etmesi için, bir sürü şifre ve parola biliyor olmanız gerekiyor çünkü. Bizde âdettir biliyorsunuz, çalışan ustalara çay ikram edilir. Tam çaydanlığı ateşe oturtmuştum ki acilen(!) sinemaya gitmek isteyen ve evin içinde her kapıdan fırlayan usta, tesisatçı, teknisyen, tekniker, elektrikçileri umursamayan çocuklarımın, Behzat Ç.’den daha etkili sorgulama taktikleri bildiğini keşfettim!
Neyse ki 3 saat süren karambol sonucu; TV, eski buzdolabı, sifon, modem, bilgisayar çalışmaya başladı. Çocuklara öğlen yemeği yedirip TV’nin karşısına yollandıktan sonra bir bardak bitki çayı içtim, bildiğim tüm Uzakdoğu meditasyon nefeslerini alıp verdim. Gün ortasında ancak açabildiğim gazetede ilk gözüme çarpan haber ise; ‘Zorunlu elektrik kesintileri gündemde’ oldu. Ne diyeyim, Alessandro Volta’nın ruhu şad olsun!
Cemre düştü!
Ülkenin ve içinde bulunduğu coğrafyanın gündemi kasvetli. İnsanların omzunda geçim derdi, gelecek kaygısı... Ve bunları zerre kadar takmadan döngüsüne devam eden Toprak Ana... Bu hafta Yörük gelininin (nam-ı diğer bahar dalı) ilk çiçeğini gördüm. Artık gözüm erik ağaçlarında... Tomurcuklar belirmiş bile dallarda... Göçmen kuşlar kuzeye dönüş hazırlığında... Leylek sürülerinin ise eli kulağında... İlkyaz gelmek üzere. Yine, yeniden uyanacak doğa... Bazı canlar ise göremeyecek bu uyanışı. Onlar yitip gittiler başka ‘uyanışların’ koynunda. Devrimler, ayaklanmalar ve diktatörler onları toprağa yatırdılar. Üstlerinden gelip geçerken mevsimler, ruhları dolaşacak ebediyetin zamansızlığında... Artık kış güzeli çulhaların boyun bükme zamanı. Yorgun yüzlerinden süzülen yağmurun gözyaşları, bu ruhların yasını tutmak içindir belki de... Sarı güller çıkarmışken başını, mimozalar öbeklenirken dallarda, ötücü minik kanatların eşleşme cıvıltıları duyulurken etrafta; düşen tüm cemrelerin anısına selam olsun... Kalın sağlıcakla.
Fırsat siteleri
İnternet üzerinden indirimli satışlar yapan ‘fırsat siteleri’ni keşfettik! Bu keşifle, bir yandan internet üzerinden ticaret yaygınlaşırken diğer yandan da daha önce yüksek fiyat yüzünden deneyemediklerimize ulaşıyoruz. Brezilya fönü, 5 seans binicilik dersi, 10 seans pasif jimnastik, 2 gece Kapadokya’da konaklama, drama atölyesi, 5 seans cilt bakımı... Liste uzayıp gidiyor. Fırsatların hepsi akıl almaz fiyatlarla satışa sunuluyor. Orijinal fiyatı 1.100 TL olan incelme paketi yüzde 98 indirimle 100 TL! “Nasıl yani” deyip atlıyoruz üstüne! Daha ilk fırsatın alışını tamamlamadan yeni birinin anonsu geliyor mesaj kutularımıza. İşin güzel yanı, siteler Türkiye bazında hizmet veriyor. Şehir seçeneğini değiştirince bulunduğunuz ildeki tüm süper fırsatlar karşınızda! İnternette ‘fırsat siteleri’ başlığı altında arama yaptığınızda, o gün içindeki indirimlerden haberiniz oluyor. Özellikle indirimlere meraklı hanımların dikkatle izlediği bu siteler sayesinde iş yerleri de canlandı. Ne de olsa ‘sürümden’ kazanıyorlar, nakit akışları canlanıyor. Sözün kısası; alan memnun, satan memnun.
Tuzda levrek
Üç tarafı denizlerle çevrili ülkemizin, balığın en bol olduğu mevsimindeyiz. Lüferin soyunu tüketmemek için sarıkanat ve çinekop yemiyoruz! Diğer tüm balıkları bu mevsimde gönül rahatlığı ile yiyebilirsiniz. Bugün kolay, lezzetli, çabuk ve denenmiş ‘tuzda levrek’ tarifi paylaşacağım sizinle.
4 KİŞİLİK BİR AİLE İÇİN: 1 adet (asgari 1 kg) levrek yeterli. Ayrıca; 2 kg tuz (tercihan kalın tuz, balıkçılarda bulunuyor), 3 yumurtanın sadece beyazı, tane karabiber, alüminyum folyo gerekiyor.
SOSU İÇİN: 1/2 çay bardağı limon suyu, 1/2 çay bardağı zeytinyağı, 1 çay kaşığı çok ince kıyılmış maydanoz...
YAPILIŞI ŞÖYLE: Karnı temizlenmiş ama pulları temizlenmemiş levreği kanı gidinceye kadar yıkayın ve suyunu süzmesi için kenara koyun. Balığı alacak büyüklükteki fırın tepsisine alüminyum folyoyu serin. Yumurtaların beyazını az su ile karıştırıp tuza katın. Böylece hamurlaşmış tuz bulamacınız olacak. Bunun üçte birini folyonun üstüne, balık büyüklüğünü biraz geçecek şekilde serip üzerine balığı yerleştirin.
Balığın karnına tane karabiber koyup folyo parçası ile kapatın. Tuz balığın içine girmemeli. Kalan tuzu, balığı kalınca örtecek tarzda döküp elinizle şekillendirin. 200 dereceye ayarlanmış fırına koyun. Yarım saat sonra fırının ısısını 180 dereceye düşürün. Yaklaşık 40 dakika sonra tepsiyi çıkarıp balığın üzerindeki tuz tabakasını sert bir aletle kırın.
Balığı dağıtmadan deriyi kenarından açıp etini tabaklara dağıtın. İstenirse üzerine az miktarda sos ilave edin. Yanında yeşil salata ile sıcak servis yapın. Afiyet olsun.. 
(05.03.2011 tarihli Cumartesi Postası'ndan alınmıştır.)

'Kadin' Öldü!

İnci Tulpar
incitulpar@gmail.com
'KADIN' ÖLDÜ!
19 Mart 2011
Yazı Boyutu:
Bu yıl özellikle ‘kadın cinayetleri’ ile kıpkırmızı olmuş bir 8 Mart vardı karşımızda.
Yıl başladığından beri geçen 65 gün içinde öldürülen kadın sayısı 25’den fazla!
Çoğunun canını alan, canından can vererek doğurduğu çocukların babası...
Geride kalan, yüzlerce çocuk ve akıllarından silemedikleri, yere sızan analarının kırmızı kanının görüntüsü...
Birkaç yıl geriye gidelim. 2002 yılında 66 kadın öldürülmüş, 2004 yılında 164, 2006 yılında 663!
2007 yılında bu rakam 1011’e çıkmış!
Bu sayılar sadece sayı değil, hepsi toprağa bırakılan beyaz kefenleri kanlanmasın diye, vücutları önce plastikle sarmalanmış kadınlar!
Kimi çalışan, kimi eğitimsiz, kimi türbanlı, kiminin saçı açık, kiminin yaşı 23, kimininki 60...
Ortak özellikleri ise ‘öldürülmüş kadın’ olmaları. Sakine, İpek, Songül, Ayşe, Arzu, Hacer, Gülhan, Remziye, Adile, İrem, Gültekiye, Gülistan, Hamidiye, Gülhan, Güldünya, Hatice... Ve daha niceleri... Son 8 senede bu konuda yayınlanmış istatistikleri incelerken kara bulutlar doluyor içime.
Sonra bir rakamda, bir umut ışığı görüyorum. Eğitimi olmayan veya ilköğretimi tamamlamamış kadınların yüzde 56’sı şiddete maruz kalırken bu oran, lise ve daha yüksek eğitim almış kadınlarda yüzde 22,72’e düşüyor! ‘İşte!’ diyorum. ‘Yanıt bu olmalı!’ Sanırım ‘eğitim’ çözüme ulaşan yolun başlangıcı...
Okuyun çocuklar!
Annesi katledilmiş,
Annesi dayak yiyen,
Annesi tecavüze uğramış,
Annesi her gün sözlü tacize hedef olan,
Henüz canı alınmamışken, tüm bu kötü tecrübeler nedeniyle ortalıkta cansız bir ruh gibi dolaşan anaların evlatları, okuyun!
Diyorlar ki, “Kızlar okumalı!”
Evet, ama yetmez!
Erkekler de okumalı!
Her ne kadar ‘okumuşluğun’ erkeklerde ‘yetiştirilme kodlarını değiştirmediği ile ilgili’ araştırmalar varsa da, siz yine okuyun!
Okuyun ki, silahın ‘çözüm’ değil, ‘son’ olduğunu bilin.
En çarpıcı araştırmaya ise, TÜBİTAK’ın desteklediği bir çalışmada Doçent Dr. Mazhar Bağlı’nın yazdıklarında rastlıyorum.
Diyor ki; “Cezaevlerinde yaptığımız araştırmalar sonucunda; töre ve namus cinayeti faillerinin çoğunun, işledikleri cinayetten pişmanlık duymadığı tespit edilmiştir!”
İşte bu tek cümle fena sarsıyor beni. Bir can almak ve sonrasında pişmanlık duymamak!?!
Bu nasıl bir ‘öğretilmiş vicdansızlık’tır?
Son günlerde bu konu pek çok köşe yazarı tarafından yazıldı. Her yazının başında aynı istatistik; ‘Son yedi ayda öldürülen kadınların sayısı 246...’
Buradaki zaman aralığını açalım ve şu ürpertici sayı ile karşılaşalım; 4375 kadın!
Evet, Türkiye’de son 10 yılda kayıtlara ‘öldürüldü’ olarak geçen sayı 4375 kadındır!
Eğer siz de şiddet gören bir kadınsanız, lütfen şu telefon numarasını ezberleyin; ALO 183 Hattı.
En kısa sürede bu telefonu arayıp durumunuzu anlatın. Ayrıca Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı’nın da iletişim bilgilerini bir kez daha duyuralım. Telefon: (0212) 292 51 31 ve 32. E mail: morcati@ttmail.com
CEZAEVİ PATİLERİ
Amerika’yı seversiniz veya sevmezsiniz ama bu ulusun çok orijinal sosyal projeler üretmekte üstüne yok! Şimdi bu kanıya nasıl vardığımı açıklamaya çalışacağım; ülkemizde ‘insan hakları’ kadar vahim durumda olan bir başka konu da ‘hayvan hakları’, dolayısı ile sokak ve barınak köpeklerinin içler acısı hali! Evcil hayvan sahibi olmadan büyümüş bir toplum olduğumuz için, köpekleri sokakta görmek bize pek de garip gelmiyor. Hatta normal karşılıyoruz! Aynı civarda, üç veya beş tane oldular mı da hemen barınaklara gönderilsinler istiyoruz.
Bu konuda bir avuç insanın yaptığı özverili çalışma da onların ‘egzantrik’ ruh hallerine mal ediliyor. Asıl normal olmayan ‘hayvan sevgisizliği’ iken, bizde ‘hayvansever’ olmak bir gariplik, bir lüks, bir elitlik özentisi gibi algılanıyor!
Amerika ise, sokak köpeklerini ‘çalışan köpek’ (güvenlik, koku belirleme, arama, iz sürme vs gibi görevlerde kullanılan köpekler) olarak eğitmenin, toplumun bir parçası haline getirmenin yollarını arıyor. Hem de neredeyse 30 yıldır!
Amerikan LifeTime Kanalı’nda izlediğim rahibe Pauline Quinn’in biyografisinde, sokak köpekleri ile cezaevi mahkûmlarının birlikte çalışarak ortaya çıkardıkları çok özel bir projeden bahsediliyordu. Belirli nitelikleri taşıdığına psikologlarca kanaat getirilen mahkûmlara, birer sokak köpeği zimmetleniyor. Mahkûmların görevi, bu köpeklerini önce rehabilite etmek, sonra da olumlu motivasyon araçları kullanarak değişik görevler için eğitmek.
Başlangıçta eğitimci olarak sadece kadın mahkûmlar kullanılırken şimdi erkek mahkûmları da kapsıyor program. Sistem, Amerika’nın pek çok eyaletindeki cezaevlerinde başarı ile uygulanıyor. Eğitilen köpeklerden karakter ve algı testlerini geçenler ya ailelere ya da resmi ve sosyal kurumlara veriliyor. Mahkûmların ‘köpek eğitmen eğitimi’ almaları ile başlayan süreç, köpekler mezun olana dek, yaklaşık 2 senelik bir ortak çalışmayı gerektiriyor. Başlangıçta köpeklerin sokaktan, barınaklardan kurtulması esas olarak amaçlanmış. Fakat proje ilerledikçe, aslında mahkûm için de mükemmel bir rehabilitasyon olduğu anlaşılmış. Ruh hallerinde bariz iyileşme görülmüş ve pilot cezaevlerindeki disiplin suçlarında azalma olduğu tespit edilmiş. Ülkemizdeki cezaevi koşullarında böylesi bir rehabilitasyon projesi yapılabilir mi? Bilemiyorum. Sanki ütopik bir düşünce gibi geliyor. Ama bir yandan da diyorum ki ‘Amerikalı tam 30 senedir bunu yapıyorsa, biz de en azından niye denemeyelim?’
Ayrıca barınaklara terk edilen, çoğu daha önce aile sahibi olan cins cins köpek de bu tip eğitim programları ile eğitilip yeniden sahiplendirilebilir.
Kimbilir, belki de aralarından uygun karakter ve ruh yapısına sahip bir Golden, bir Labrador veya bir Alman Kurdu; engelli bir çocuğa arkadaşlık edebilir, birbirlerine sevgi ve pozitif enerji aktarabilirler.
‘SÖZ’
Söz cambazı Sunay Akın’ın ‘Söz’ gösterisini izledim.
Kitaplarını ve oyuncak müzesini pek sevdiğim Sunay Akın, beni tek kişilik ‘anlatma’ gösterisinde de hayal kırıklığına uğratmadı.
Sunay Akın, gözlemleri ve detaycılığı sayesinde doldurduğu ‘laf kesesi’nin ağzını bir açınca; 2 saat boyunca izleyenleri ve dinleyenleri sıkmadan oyalacak kadar ‘söz’ dökülüyor sahneye...
Sanırım oyun boyunca en çok şaşırdığım, Sunay Akın’ın ‘Trabzonlu’ olduğu bilgisiydi. Yok, Trabzon ile hiç ilgisi yok şaşkınlığımın. Nedense bu zamana dek, ben Sunay Akın’ı hep İzmirli sanırmışım. Ama oyunun daha başını izler izlemez, bu yanlış varsayım silindi beynimden.
Zira kendisinin Trabzon sevgisi ve bağlılığı çok aşikâr.
Görsel olarak fotoğraflar ile de desteklenen gösterinin içeriği değişik konulardan oluşuyor.
Anlatanın dağarcığı geniş olunca, dinlediğiniz hikâyeler de ilginç ve daha önce duyulmadık oluyor.
Sunay Akın’ın bir ‘matkap’ anlatışı var ki hele, matkap matkap olalı, böyle anlatılmamıştır...
Rastlarsanız ‘Söz’ü kaçırmayın, rastlamazsanız da yolunuzu ‘Söz’den geçirin.
Bloğuma dokunma!
Yıla internet yasakları ile başladık, öyle de devam ediyoruz.
İnternet günlüğüne ‘blog’ deniyor ya... Benim de blog sağlayıcı olarak kullandığım Blogspot.com sitesine ulaşım ‘mahkeme kararı’ ile yasaklanmış durumda.
Blogspot üzerinde 4 milyondan fazla Türkçe içerikli sayfa var.
Digitürk’ün balya balya para döküp aldığı maç yayınlarını şifresiz yayınlayarak kural ihlali yapan blog adedi ise 20-30 arası.
Google Ad Planner istatistiklerine göre Blogspot.com sitesi Türkiye’de aylık ortalama 120 milyon adet sayfa ziyaretine sahip. Sayfalarda geçirilen ortalama zaman 5 dakika 40 saniye.
Oldukça yüksek bir ziyaret trafiği var yani.
‘Blog yazmak bir ihtiyaçtır, ciddi ruhsal rahatlama sağlar’ şeklinde önemli bir psikolojik tespit yaparaktan devam edeyim; artık özgeçmişlerde bile, kişilerin hobileri arasında, yazdıkları blog adresleri yer alıyor.
Hatta öyle bloglar var ki, “Benim” diyen köşecilerden daha fazla takip edeni, seveni, paylaşanı bulunuyor.
Yine Google Ad Planner istatistiklerine göre, en çok ilgi çekenleri; elişleri, sanat, yemek, kitap, televizyon dizileri ve müzik üzerine güzellemeler yazan blogçulara ait olanlar...
Hukukta asıl ilke ‘adaletin eşit dağılımı’ iken, eşeğe ters binen Nasrettin Hoca fıkraları ile büyümüş ülkemizde bu ilke ‘adaletsizliğin eşit dağılımı’ olarak uygulandığında, haklı iken haksız duruma düşüyor otoriteler!
Naçizane ve kısa bir tavsiye ile bitirelim yazıyı: Açın ağabeyciğim blogları! ‘O yasak, bu yasak’ derseniz, nasıl buhar atacak bu millet?
Bu yazı 12 Mart 2011 tarihli Cumartesi Postası'ndan alınmıştır.

Sevgili Turgut Uzer Anisina....

İnci Tulpar
incitulpar@gmail.com
Sevgili Turgut Uzer anısına...
05 Mart 2011
Yazı Boyutu:
Şubat 2011 gününde çok insan bir ‘adam’ aramızdan ayrıldı. Sabancı Holding Yönetim Kurulu Üyesi Turgut Uzer. 5 yıl karşı durdu kansere... Ülkesinin ve aklının sağladığı en iyi seçimler ve imkanlar ile...
İşinden, gücünden, yazılarından, kitaplarından, seyahatlerinden, babalık, eşlik ilişkilerinden arkadaşlıklarından ödün vermeden, enerjisini ve azmini azaltmadan yaşadı hayatını.
Tüm iş dünyasınca bilinen bu değerli insanı ben bu 5 yıl içinde tanıdım. Onu, biricik eşi Renan’ı ve çok sevdiği oğullarını... Onların hayatıma getirdiği zenginliğin bilincindeyim. Ailelerine yakın olma fırsatım için müteşekkirim. Turgut Uzer yakın ve uzak çevresinde herkesin sevdiği, saydığı, değer verdiği bir adamdı.
Yaş olarak pek kısa, yaşanmışlık olarak uzun ve dolu geçen hayatının en önemli mahsulü iki tane aslan gibi evlat ve onların yetişmesinden sorumlu kaya gibi sağlam bir eş olsa dahi; kariyerinde yaşadığı başarıları, yazdığı kitapları, çektiği fotoğrafları ile örnek bir kişisel dünyası da vardı.
Gözlem ve yazılı ifade gücünün, kuvvetli bir mizah anlayışı ve çocuksu bir muziplikle birleştiği yazılarını okumak isteyenler www.turgutuzer.com sitesini ziyaret edebilir.
Dünyasını bu kadar açıklıkla paylaşan, paylaşımları ile pek çok hayata dokunan bu dostu özlem, sevgi, hüzün ve rahmetle anıyorum. Gittiği yerde kabul ve şefkatle karşılanmasını, nur ve ışıkla ebediyete ulaşmasını tüm kalbimle diliyorum.
Değerli anısına hürmeten, sitesinden alıntıladığım 'Kuzguncuk ve Kediler' başlıklı yazısını paylaşmak istiyorum. İlave ruhuna aykırı olduğunu biliyorum ama bu hafta ruhum ve kalbim öyle ağır ki... Anlayacağınız, bu hafta ağır başlı bir köşe yaptım, affınıza sığınarak.

Kuzguncuk ve kediler

Eşim Renan ile bencileyinin KMT (Kısa Menzilli Turizm) tutkusu devam ediyor. Geçen gün Kuzguncuk’a gittik ve birkaç saat oraların turisti olduk. Günün akışı içinde bir ucundan vırt diye girip öbür ucundan zırt diye çıktığımız yerlerin ne gibi turistik değerler barındırdığını bir kere daha görmüş olduk.
Kuzguncuk’taki evlerin çoğu eski tip cumbalı mimaride ve çok iyi tadil edilmiş/bakılmış. Rumların Boğaz’da toplu olarak yaşadığı son semtmiş.
Koordine bir gayret mi bilmiyorum ama dükkanların çoğunun önünde kedi mamaları ve anladığımız kadarıyla anonim kedi yatakları var. Kedi yatağı dediğim, ortadan kesilmiş bir mukavva kutu, içine gazete ile döşek yapılmış. Haliyle bütün Kuzguncuk kedi çişi kokuyor.
Dizilerin bir kısmının çekim yeri burasıymış. ‘Perihan Abla’ burada çekilmiş. Şu sırada da bayağı kalabalık bir çekim ekibi bir şeyler çekiyor. Yolun karşı kıyısında gençten neşeli bir girişimci ittirgeç arabasına üç tepsi hazır yemeği koymuş (nohut-pilav, etli bamya ve bir şey daha), yanında salatası, tabağı çatalı bıçağı, plastik sandalye ve masaları hazır, ortalığa bakıyor. Kafasında ise afilli bir naylon takke.
“Len oğlum, sokağın ortasında sattığın yemeğe, bir de kafana naylon takke mi takıyorsun?” diyorum. “Abi, böyle hijyen oluyormuş” diyor ama derken ağzını burnunu toplayamıyor. Karşılıklı epey gülüştük. Çekim ekibine yemek satıyormuş. “Peki bunlar her gün burada mı?” diyorum. “Her gün buradalarda birileri oluyor abi” diyor, “şu sıralar TRT’de, dizi çekiyorlar, her akşam oynuyor” diyor.
Öğle yemeğini “Asude Ev Yemekleri”nde yedik. Dışarıda iki, içerde belki altı masa, günlük ev yemeği... Biz etli yaprak sarma ve salata yedik, yirmibir TL tuttu. Çok düzgün bir yer, öneriririm. Önermelere gelmişken sahildeki “İsmet Baba Meyhanesi”ni atlamayalım. Meyhaneye gidilecekse, gidilecek yerdir. Önce rakı servisini yaparlar, sonra siparişi alırlar. Halden anlarlar yani.
Kuzguncuk’ta bir de çok güzel el sanatları derneği var.
Birkaç saatin sonunda sahilde küçük açıklıktaki bankların birine oturduk, ööle Boğaz’a baktık.

Sevgiler
Turgut Uzer

Küresel Pozisyonlama Sistemi (GPS) nasıl doğdu?

1957 yılında Sovyetler Birliği Sputnik Uydusu’nu uzaya fırlattığında diğer dünya gücü Amerika Birleşik Devletleri’nin tüm bilim adamları öğle yemeklerinde bunu konuşuyorlardı.
Bunlardan ikisi, 20’li yaşlarını süren William Guier ve George Weiffenbach isimli fizikçilerdi. Bir yandan sandviçlerini yiyor, bir yandan Sputnik’in yaydığı radyo dalgalarını kaydederek izlediği yörüngenin haritasını çıkarıp çıkaramayacaklarını konuşuyorlardı.
İşte Küresel Pozisyonlama Sistemi bu merak sayesinde doğdu.
Will ve George, 20MH sinyal yayan Sputnik’in sinyallerini basit bir kayıt cihazı ile kaydetmeye başladılar. Bu basit sinyalizasyon ölçümlerini Doppler esasına dayandırarak da Sputnik’in Dünya’ya olan tam uzaklığını günü gününe tespit edebildiler.
Gerçek işlerinin yanı sıra sürdürdükleri bu proje onların oyuncağı idi.
Her gün iş yerinde çalışan değişik insan yanlarına uğrayıp konu ile ilgili yeni sorular ortaya atıyordu.
Bu kadar çok ‘beyin’in bir arada olduğu John Hopkins Üniversitesi’ne bağlı Fizik Laboratuarı’nın yeni eğlencesi artık uydulardı.
Bir gün Frank McClure adında bir arkadaşları, çalışmanın bulgularını tersten değerlendirmeyi önerdi. Frank “Ya millet, siz şu anda Dünya’daki bilinen bir lokasyondan, uzaydaki bilinmeyen bir lokasyonun yerini tespit edebilir durumdasınız. Peki, uzaydaki bilinen bir lokasyondan Dünya’daki bilinmeyen lokasyonu da tespit edebilir misiniz?” diye sordu.
Günümüzde Google Earth ile Peru’da kalacağımız otelin yer bilgisine veya cep telefonlarımızdan en yakındaki benzin istasyonunu gösteren haritalara ulaşabiliyorsak bunun nedeni; 1957 yılındaki üç Amerikalı fizikçinin bilgiye karşı olan saf merakıdır.

26.02.2011 tarihli Posta Gazetesi'nden alınmıştır...

Sahlep:Orkidenin tadi

İnci Tulpar
incitulpar@gmail.com
Salep; bir orkide tadı
26 Şubat 2011
Yazı Boyutu:
Hayatımızda kafe moka’ların, kafe latte’lerin, ünlü kahve zincirlerinin olmadığı zamanlarda salep vardı. Derme çatma kahvehanelerimizin dışında titreyerek salep içmek ayrı bir keyifti. O zaman şimdiki gibi tüplü, modern açık hava ısıtıcıları da yoktu elbet. Bir tek eldivenli ellerimiz, kırmızı burnumuz ve dumanı tarçın tarçın tüten salep fincanı...
Her şeyin ‘hazırı’ çıkınca marketlerde, hazır salepler de çıktı. Aynı tat ve rayihayı bir türlü bulamadım onlarda. Geçenlerde ‘keçi gribi’ olan, üniversiteden bir arkadaşım ile konuşurken birden “Sıcak bir salep içsen, iyi gelirdi aslında” dedim. Nereden düştü ise aklıma... ‘O yaşlarda’, yani üniversite yıllarımızda; hep dışarıdaydık, hiç kendimizi sakınmazdık. Göğsümüze, bağrımıza rüzgarı misafir ederek ortalıkta dolaşırdık da her biri La Fontaine masallarının kahramanlarının adıyla anılan çeşit çeşit gribe hiç tutulmazdık! Serde gençlik mi vardı, yoksa küresel ısınma henüz kapıyı mı çalmamıştı; bilemiyorum. Bildiğim, soğuk hava, bize ve salep fincanlarımıza vız gelirdi! İnternetten şöyle bir araştırınca salep ile ilgili enteresan bilgiler de buldum; Türklerin saleple tanışıklığı epey eski dönemlere uzanıyor.
8. yüzyıldan itibaren, İslamiyet’in kabulüyle birlikte, şarap ve kımız gibi alkollü içkilerin yerini boza, şıra ve salep gibi içecekler almış. Şıra daha çok yaz aylarında tercih edilirken boza ve sıcak salep, kış aylarının baş tacı olmuş. Osmanlı İmparatorluğu döneminde padişahlar için hazırlanan kuvvet macunlarına zencefil, kişniş, sinameki, çörekotu, Hindistan cevizi, anason gibi birçok şifalı bitkinin yani sıra salep tozu da eklenirmiş! Asıl adı SAHLEP olan salep, orkidelerin sahlepgiller grubundaki bir çeşit orkidenin, kök yumrularından elde edilen toz. Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde yabani olarak yetişen bu cins orkideler, meşhur Maraş dondurması ve salebin ana maddesini oluşturuyor.
Günümüzde orkide nasıl nadide bir çiçek ise, salep de öyle nadide bir içecekmiş Osmanlı’da. Salep güğümü maltızın üzerine oturtulur, müşteriler maltızın etrafında hem ısınır, hem sohbet eder, hem de şifa niyetine büyük ve kulpsuz porselen fincanlardan saleplerini içerlermiş. Tarihçilere göre, Ortadoğu’ya özgü bir içecek olan salep, kahvenin yaygınlaşmasından önce Avrupa’da da tüketiliyormuş! Özellikle de İngiltere’de ‘salep dükkanlarında’ kızarmış tereyağlı ekmekle birlikte servis yapılırmış! Ancak, kahvenin yaygınlaşmasıyla bu dükkanlar tek tek yok olmuş!
İstanbul’da iyi toz salepi ‘bir süre daha’ Eminönü’ndeki Kurukahveci Mehmet Efendi adlı dükkandan temin edebilirsiniz. ‘Bir süre daha’ diyorum, çünkü salebin elde edildiği bu yabani orkidelerin ‘bilinçsiz toplanma’ nedeni ile geleceği tehlikede! Bu yabani orkidenin yumrularını toplarken çiçeğine zarar vermemek ve yumrulardan birkaçını yerinde bırakmak gerekirken, dikkatsiz ve öngörüsüzce bir ‘doğa yağması’ yapılıyor yabani orkidelerde. Bu tehlikenin çözüm yolu ise insanoğlunun açgözlülüğün’ frenlemesinden geçiyor yine. Nereden nereye geldik. Diyeceğim odur ki; havaya, toprağa, suya cemre düşmeden salebinizi için. Kışın bu sıcak lezzetinden kendinizi mahrum bırakmayın.
SAFRANBOLU
‘Dünya mirası’ olarak korunuyor Safranbolu... Evleri öylesine özel, öylesine başka... Çarşısı renkli. Gidenin, ziyaret edenin, yapacağı, göreceği bol... Boncuk Kafe’nin bakraç içinde minik mayhoş elmalardan yaptığı elma çayı, Yörük Köyü’nün ıspanaklı, kıymalı gözlemesi gibi lezzet hatıraları anılarda önemli yer tutsa da; ‘’Yediğini içtiğini değil, gördüğünü anlat’’ dedirtecek kadar güzel bir yer Safranbolu.
Yıkık dökük de olsa mağrur evleri, beyler için her daim hizmet veren çarşı hamamı, üçgen belediye binası, önünden geçerken nefis kokuların açık kapıdan havaya karıştığı Merkez Lokantası, envai çeşit oyuncakları, yemenileri, masa örtüleri, Yörük Köyü’nün eski tahta evlerinde bir gün yeniden çalınmayı bekleyen kapı tokmakları, çeşmeleri, çeşmelerinin yanında asılı maşrapaları ile; tam bir Anadolu masal diyarı... Pek çok kalacak yer seçeneği var Safranbolu’da. Yeter ki önceden ayırttırın.
Biz dost tavsiyesi ile Arpacıoğulları Havuzlu Otel’de kaldık. Soğuk bozkır gecesinde sıcacık ısıtılan, rahat yataklı, çocuk dostu bir mekan... Safranbolu’nun atmosferinde saatlerin pek hükmü yok. Oraya gidince insan, yeryüzünün küçüklüğüne, gökyüzünün büyüklüğüne şaşırıyor! Küçücük Safranbolu hiç sıkılmadan tekrar tekrar ziyaret edilebilecek özel bir yer... Aman, fotoğraf makinelerinizi unutmayın.
Deve paylaşımı
Yaşlı baba, ölmeden önce üç oğluna sahip olduğu 17 deveyi miras bırakır. Paylaşım için şöyle bir yöntem belirlemiştir: İlk oğluna develerin yarısını, ikinci oğluna üçte birini, üçüncü oğluna ise dokuzda birini bırakır. Ancak çocuklar bunu hayata geçirmeye çalışınca duvara toslarlar! Çünkü, 17 sayısı ne ikiye, ne üçe, ne dokuza bölünmektedir. Bu nedenle bir türlü paylaşımı gerçekleştiremezler. Sonunda köyün yaşlı, bilge teyzesine giderler. Bilge uzun süre düşündükten sonra “Size yardımcı olamam ama isterseniz benim devemi alabilirsiniz” der.
Böylece 18 develeri olur. İlk çocuk develerin yarısını; yani 9 tanesini alır. İkinci oğlan üçte birini; yani 6 tanesini, üçüncü oğlansa aynen vasiyetteki gibi dokuzda birini, yani 2 tanesini alır. Ancak toplamda 17 deve bölüşülmüş, 1 tane geride kalmıştır. Onu da yaşlı bilge teyzeye geri verirler. (Kaynak: TED Konuşmaları; William Ury: The walk from “no” to “yes”) Bu üç kardeşi, birbirleriyle kavga etmek yerine, üçüncü kişiden, köyün yaşlı ve bilge kişisinden yardım aldıkları için tebrik etmek gerek.
Bu konuşmayı internetten TEDTalks sitesinden Türkçe altyazılı izleyebilirsiniz. Konuşmanın konusu son günlerin gündemi ile birebir ilişkili. Konuşmacı William Ury, uzun kariyeri boyunca pek çok uluslararası anlaşmazlıklarda danışmanlık yapmış biri olarak; Ortadoğu’daki ülkelerin anlaşmazlıklarına değiniyor. Örneklemeleri arasında II. Dünya Savaşı sonrasının düşman kardeşleri Avrupa devletlerinin, bugün aynı coğrafya üzerinde birbirine destek olarak yaşaması da var. Kapanış tümcesi ise bir Afrika atasözü : ‘Örümcek ağları bir araya geldiklerinde bir aslanı bile tutabilirler’.
Portakalı soydum
Portakalı soydum... Kerevize koydum. Ben bir yemek uydurdum. Duma duma dum... Tam portakal mevsimi! Sulu, sulu, tatlı portakalları ağız şapırdatarak yiyebilir, özellikle tavuklu ve zeytinyağlı yemeklere koyabilirsiniz. Kerevizin de tam mevsimi ama seveni portakal kadar çok değil maalesef... Allayıp pullamak gerek kerevizi ki, içinin güzelliği tabağa yansısın.
Kıymeti az bilinen ‘kereviz hanım’ı görücüye hazırlayalım bakalım... Kerevizleri soyup ortasını tünel gibi deliyoruz. O tünele de bütün olarak küçük bir havucu tıkıyoruz. Bu şekilde dilimlediğimizde havuç dilimli kerevizlerimiz oluyor. Kararmaması için limonlu suya koymayı unutmayın! Sonrası hepimizin bildiği hikaye...
Zeytinyağını, soğanını, şekerini, tuzunu ve bir koca portakalın suyunu ekleyip tıkır mıkır pişirmece... Tabağa alırken üzerine yeşil maydanoz yaprakları serpiştirince pek bir görsel oluyor kereviz hanım. Haydi afiyet olsun!
(19.02.2011 tarihli Cumartesi Postası'ndan alınmıştır.)