Cumartesi, Ocak 15, 2011

Ozel Okullar

İnci Tulpar
incitulpar@gmail.com
Özel okul ana babaları
15 Ocak 2011
Yazı Boyutu:
‘Özel okul ana babaları’ bir grup anne babayı, çocukları için tercih ettikleri eğitim şeklinden yola çıkarak tanımlayan bir adlandırma. Olabilirliği maddiyata dayalı, devamlılığı ‘vermeye’ endeksli bir eğitim tercihinin ebeveynleri, diye tanımlayabiliriz. Gelin bu ‘iyi’ eğitim ve öğretimin maddi götürülerine(!) bakalım: Özel okul ana babaları çocuk başına, Her sene 20.000-30.000 TL okul ücreti öderler! Her sene ayrıca yemek şirketlerine ortalama 4.000 TL öderler! Her sene servis şirketlerine ortalama 3.000 TL öderler!
Her sene ‘eksik kalan’ konularda çocuklarına özel dersler aldırırlar (İstanbul’da saati 200 TL’ye kadar çıkabiliyor özel derslerin!). Her sene değilse de SBS senelerinde ayda 1000 TL ila 5.000 TL arasında ek ders, dershane, özel öğretmen gibi bir bütçeyi de sırtlarlar! Eh, sadece ders olmaz, ‘komple çocuk’ yetiştirmek için dans, kayak, tenis, İngilizce, basketbol, drama da lazım! Kaba hesapla özel okul ana babaları; 12 yıllık ‘çıplak’ eğitime çocuk başına minimum 240.000 TL ödüyor! Ülkede asgari ücret kaç lira? Yuvarlak hesap olsun, aylık 700 TL! Aklınız almıyor değil mi? Benim de almıyor! Ama birilerinin aklına yatıyor ki, özel okul ücretleri her sene enflasyon üstünde zamlanıyor. Ama birilerinin aklı alıyor ki, özel okul ücretlerinin önlenemez yükselişi sürüyor! “Ben tüm okul hayatına devlet okullarında devam etmiş ‘bir özel okul annesiyim” diyorum, başka da bir şey demiyorum!
Dans yarışması
Show TV’deki dans yarışmasını ilk gördüğümde izlemeye hiç niyetli değildim. Aradan birkaç hafta geçtikten sonra ‘zap’lama yaparken yine dans yarışmasına ama bu sefer Azra Akın’ın dansına denk geldim. Azra’nın dizilerini hiç izlememiştim. Kendisini zarif ve güzel bulmama rağmen hakkında bildiklerim, magazin basınının Kıvanç Tatlıtuğ ile olan arkadaşlığı konusunda yazdıklarından ibaretti. Ama yarışmayı izlerken zarâfetine, duruşuna, alçakgönüllüğüne hayran oldum. Ben de yetişme çağında bir kız annesi olduğum için, Azra’nın davranış ve duruşu ile diğer kadın yarışmacıların davranış ve duruşu arasında ister istemez mukayeseye girdim. Azra’yı herkesten farklı yapan, son derece izlenesi dansı ve tescilli güzelliği değil bana göre.
Kişiliğinde mevcut olan zarâfet. Yarışmacıların hepsi gerçekten çok çalışıyorlar. Harcadıkları zamana, enerjiye ve çabaya saygı gösteriyorum. Hepsi de alanlarında isim sahibi kişiler. Pek çoğu ‘renkli kişilikler’. Bazen yaptıkları ‘renkli’ espri ve yorumlar bana ‘aşırı renkli’ gelse de genel kabul görür sınırı pek zorlamıyorlar. Partner’leri olan profesyonel dansçılar da hem dans ehliler, hem de koreografide başarılılar. Yine de Azra olmasa her hafta o dans yarışmasını izleyeceğimi hiç sanmıyorum.
Ve Azra’yı farklı kılanın, başka bir ülkenin kültüründe yetişmiş olmamasını, bu ülkede genç kız yetiştiren anneler adına tüm kalbimle diliyorum. Çünkü zarâfet, insana fizik, güzellik dışında güzellik katan bir olgu ve Azra bunun en güzel ıspatı. NOT: Bu güne dek yarışmada en sakil bulduğum uygulama, yarışmacıların İbrahim Tatlıses türküsü ile ortaya çıkıp göbek atması oldu. Düğün salonu veya yılbaşı eğlence programı gibi bir durum doğdu. Ekran dışında, ekibin özel bir eğlencesinde çok doğal olabilecek bir durum, ekranda hoş olmadı, yarışmanın kalitesi açısından da eksi puan getirdi!
16 mum
Amerika’da kız çocukları için çok özel bir doğum günü vardır: ‘Tatlı 16’. Kız çocuklarının yetişkinliğe ulaştığı kabul edilen yaş günü partisindeki 16 mumdan her biri ayrı anlam içerir. - İlk mum genç kızın anne-babasını temsil eder.
- 2’nci mum genç kızın kardeşlerini temsil eder.
- 3, 4, 5 ve 6’ncı mumlar genç kızın akrabalarını temsil eder.
- 7’den 14’e kadar mumlar genç kızın arkadaşlarını temsil eder.
- 15’inci mum genç kızın en iyi kız arkadaşını temsil eder.
- 16’ncı mum ise genç kızın kalbindeki özel erkek içindir.
Bazı partilerde şans için 17’nci mum da yakılır.
Zelal 17’nci mumu hiç üfleyemeyecek!
16’ncı mumun temsil ettiği, kalbindeki özel erkek tarafından ‘bedeli’ ödenemediği için 2’nci mumun şereflisi erkek kardeşi tarafından tam 21 kez bıçaklandı!
İlk mumun temsil ettiği anne ve baba, o sırada düğünde eğleniyordu!
20.000 TL için bir kız evlat, bir doğmamış torun mezara, 15 yaşında bir erkek evlat mapusa girdi!
Tüm mumlar üflendi; Amerika’nın ‘Tatlı 16’ partisi, Iğdır’da ‘Kanlı 16’ olarak kutlandı!
Töreniz batsın!
İki müthiş sergi!
Herkesin görmekten zevk alacağı iki olağanüstü sergi eşzamanlı olarak Pera Müzesi’nde! 4’üncü ve 5’inci katlara yayılmış olan ‘Çarlık Rusyası’nda Yaşam’ mutlaka görülmeli. Şiirsel bir anlatımla resmedilmiş detaylara, kullanılan renklere, usta Rus ressamlarına hayran olmamak mümkün değil! 3’üncü katta ise “Frida Kahlo ve Diego Rivera Sergisi var” dense de aslında Frida sergisi var.
İki sergi birbirinden gece ile gündüz kadar farklı ama ikisi de büyük ilgi çekiyor. Ve ikisi de 20 Mart’a kadar devam ediyor. Çarşamba günleri öğrencilerin ücretsiz gezebildiği müzede ‘sesli rehber’ opsiyonu da var. Özellikle Frida resimlerinin sembolizminin açıklayıcı olması açısından, mutlaka öneririm.
Hayal bu ya...
Üniversite öncesi eğitimin içine kakılması gereken sedefler gibidir ‘aktivite kulüpleri’... Bir de ancak özel okulların bünyesinde bulunan bir ayrıcalık... Halbuki her okulda olsa; satranç kulübü, maket yapımı kulübü, müzikal kulübü -güncel yerli ve yabancı şarkıları dans ederek sergileyecek- sonra münazara kulübü, belki bilgisayar efektleri kulübü veya okul gazetesi...
Sadece tanjant-kotanjant ile Mercidabık Savaşı ezberinden kurtarsak öğrencileri... Silkinseler, serpilseler, zevk, hayal ve ifadeleri gelişse... Fena mı olur? Olmaz elbette ama önce para lazım, sonra vizyon. Bir de depremde yıkılmayacak, modern yeterli alana sahip okul binaları... Deveye “Boynun niye eğri?” diye sormuşlar, “Nerem doğru ki!” cevabını vermiş. Benim hayal de biraz o hesap işte.
(08.01.2011 tarihli Cumartesi Postası'ndan alınmıştır.)
Önceki Yazısı

Asureye kirkinci lazim

İnci Tulpar
incitulpar@gmail.com
Bir tarihtir sokak adları!
01 Ocak 2011
Yazı Boyutu:
Nevşehir’in Avanos Belediyesi bu hafta çok üzücü bir karara imza attı. Ahmet Taner Kışlalı, Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Bahriye Üçok, Namık Kemal, Adnan Kahveci, Neyzen Tevfik, Seyrani, Orhan Veli Kanık, Hoca Ahmet Yesevi, Ömer Seyfettin ve Yunus Emre sokaklarını isimsizleştirdi. Onların birer ‘sayı’ olmalarını ‘daha’ uygun gördü!
Uğur Mumcu, Abdi İpekçi ve Fikri Sağlar Caddeleri ise ‘bambaşka’ isimlere sahip oldular! Bu isimler, sadece ‘isim’ olarak görülmemelidir. Bu caddeler o kentte yaşayan insanlara; ülke tarihini’ anımsatan sembollerdir! Bir ülkenin tarihini sokak tabelalarından izleyebiliriz. Bu tarih, anımsaması keyifli, romantik, hoş tınılı olabildiği gibi acı veren, ibretlik bir geçmiş de olabilir!
Böyle adlandırılmış sokaklar ise ‘tarihte yer tutmuş ‘insanlara ettiğimiz bir teşekkür ve geride kalan yakınları için bir nebze ‘yürek ısısı’dır. Şehit, gazi, asker isimlerinin konduğu sokaklar ise büyük bir hüznün, milletçe tutulan ağırbaşlı bir yasın yansımasıdır! Sokak adlarımızı, dolayısıyla hatıralarımızı lütfen ne ‘sayı’sallaştırın, ne de ‘siyasal’laştırın! Onlar bize yadigar, değişen belediye meclislerine değil!
Yine ‘yırtamadık’!
Akşam saatinde apartmana girdiğimde, bizim emektar Mehmet Efendi’yi elinde bir Milli Piyango listesi ile basamakta oturur buldum... “İyi akşamlar Mehmet Efendi, nasılsın?” diye sorduğumda dalgın dalgın yüzüme bakıp “Yine yırtamadık, abla” dedi (Bakmayın siz ‘abla’ dediğine, bana en az 10 yıl atar tevellütte. Kendince saygı ifadesi olarak ‘abla’ demeyi uygun görüyor). Önce algılayamadım ‘kim, neyi, niye yırtıyor’u! Sonra anladım ki her çekilişte aldığı Milli Piyango bileti, yine hüsrana uğratmış onu. Akşam akşam nereden esti ise aklıma, sosyal bilinçlendirme yapasım tuttu; “Aman Mehmet Efendi, bir vazgeçemedin şu şans oyunlarından! Sizin ‘yırtmanız’ ancak küçük oğlanın güzel güzel okuyup iyi bir meslek sahibi olması ile mümkün” deyiverdim!
‘Küçük oğlan’ diye özellikle vurguladım, zira büyükten çoktan umudumu kesmiş durumdayım! Gayet yakışıklı olan ‘büyük oğlan’ ‘zaman zaman’ okula uğruyorsa, nedeni tamamen ‘kız tavlamak’! Mehmet Efendi içinde bulunduğu üzüntülü duruma ‘yeterince önem verdiğimi’ düşündüğünü saklamaya gerek duymayan bir ifade ile yüzüme baktı! Sonra da kem küm ederek alt kattaki dairesine yollandı. İki gün geçti geçmedi, bendeniz ve Mehmet Efendi sabah karanlığında karşılaştık. Yine kapı önünde tabii! Ben koşturarak çıkarken ‘pat’ diye önümde duruverdi! “Abla” dedi, “Ben düşündüm. Hani sen diyon ya, ‘yırtmak’ anca okulla, okumakla olur diye... Her gün gazetede okuduğumuz ‘üniversiteli işsizler’e ne diycen? Senin gazete de yazıyor, diğerleri de! Bir dolu çocuk, bir dolu uğraş hep boş’ gidiyor! Yine pazara çıkıyorlar, yine geçim derdi, yine boğaz tokluğu için uğraşma”... Kafamızın üstünden bet sesleri ile kargalar geçerken Mehmet Efendi ile ben ‘ülkemizin sosyal sorunlarını’ tartışıyoruz!
Hakkını teslim etmem gerek, Mehmet Efendi 2 gün boyunca hakikaten düşünmüş bana ne cevap vereceğini. Yani ‘o kadar’ içine oturmuş, talih oyunlarının onda yarattığı hayal kırıklığını ‘önemsememem’ . Onun, bu ‘önemli tartışmayı’ mutlaka kazanmaya hevesli münazara yapar hali, benim henüz ayılmamış halim ve gak gak tepemizde dönen kargalar, sabah sabah o kadar komikti ki; gülmeye başladım. “Sen de haklısın Mehmet Efendi. En iyisi Milli Piyango almaya devam... Ama oğlanı da ihmal etme, bari o okusun” deyiverdim. Bir sevindi, görmeyin! Yüzünde güller açarak “Abla, Milli Piyango Yılbaşı İkramiyesi tam 35 trilyon, bi çıksa, var ya, nasıl yırtarız. Mutlaka sen de al. Bak ağbi de sen de koşturuyonuz, çıkarsa rahat rahat oturursunuz” dedi. Yıllardır apartman içinde rahat etmemizi sağlayan bu insanın ‘tek umudunu paylaşma’ konusunda gösterdiği yüce gönüllülük yüzünden utandım birden. Ben kimdim ki, bir insanın ‘umudunu’ elinden almaya yelteniyordum! “Tamam Mehmet Efendi, alırım, çıkarsa seni de unutmam” dedim. Hikayenin özeti; 3-4 senedir almadığım biletlerden, bu yılbaşı alacağım. Belli mi olur? Ya çıkarsa?
Aşure’ye kırkıncı lazım!
Malumunuz aşure ayındayız. Ben de birkaç senedir bu güzel geleneğe katılmaya çalıştım. Bu sene arkadaşlarımla konuşurken “Hakkıyla yapılan aşurenin içine 40 malzeme girmesi gerek” demezler mi? Cümlede ‘hakkıyla’ lafı geçiyor ya; inat ettim, uğraştım, karabiber, kırmızıbiber bile ekledim ama 40’ı bulamadım! İşte sizlere de tam bu noktada danışmak istiyorum. Neleri ekleyebilirdim 4 adet malzemeye ulaşmak için? Benim listeyi hemen sayıyorum; buğday, fasulye, nohut, pirinç, şeker, süt, tuz, nar, file yeşil fıstık, fındık, badem, ceviz, kırmızı mercimek, bal, dolmalık fıstık, pekmez, incir, kayısı, elma, kuş üzümü, gül suyu, limon kabuğu, portakal kabuğu, tarçın, vanilya, muskat, damla sakızı... Kaç etti? 26 malzeme... Hemen aç kiler dolabını... Bir pinçik karabiber ve kırmızı biber... Eeee, hâlâ 28... Allah bilir tadı da ne durumda!!! Hindistan cevizi, çörek otu, peki bir de toz zencefil... Maksimum 32. Yok, ben ‘hakkıyla’ 40 malzemeli aşure yapmayı başaramadım! Geçen senelerde karınca kararınca 10 malzemeyi koyup iç rahatlığı ile dağıtırdım ne güzel! Bu sene para, emek, bir de ‘40 malzeme olmadı, hay bin aşure’ sıkıntısı! N’olur bir deyiverin sevgili Çepeçevreciler; neler eksik? Haaa, tadı mı? Beni üzmemek için söylemiyorlarsa, gayet güzel olmuş. Herkesin aşuresi evine bolluk, bereket, şans getirsin. Allah kabul etsin.
Hey 2011!!!
İki sıfır, on ve bir... Yeni yılın kodu... Eski yılın varisi, umutların, beklentilerin, özlemlerin yenilendiği nümerik sıralama... Dünya için, evrende bulabildiğin tüm kahkahaları, güzellikleri, ışıkları, eline beline takıp da gel! İçi çirkinliklerle dolu olanların korktuğu, gücü yüreğinde saklı, güzel, adaletli bir kadın gibi; yüreğinde herkese yetecek iyileştirici gücünle gel... Mevlana’nın dediği gibi... ‘Dünle gitti düne ait ne varsa Bugün yeni bir şeyler söylemek lazım’ diyerek gel...
(25.12.2010 tarihliCumartesi Postası'ndan alınmıştır.)

Yeni Yilin İlk Gunu

İnci Tulpar
incitulpar@gmail.com
ETG* çorbası
08 Ocak 2011
Yazı Boyutu:
Yine bir yeni yıl akşamı geçip gitti. Saatler önce 00.00 oldu, ardından akrep mutat duraklarına uğradı. Dolu mide ile yatıldı, sabah da şişkin şişkin uyanıldı. 1 Ocak, bencileyin koyulan adı ile *Evde Tembellik Günü hoş geldi. Gazeteler okunacak, keyif çatılacak, miskin ve aylak olmanın bünye üstündeki yararları deneyimlenecek. Hele bir de cepten ‘bedava’nız varsa, akraba, tanış, dost, aranıp; hem yeni yıl tebrik edilecek hem akşamın havadisleri alınacak...
Bu dingin akışlı günde size tavsiyem, ilk iş, ocağa bir tencere çorba oturtmanız. İster sebzelikte kalan tek tük nevaleyi doğrayın içine, ister memleketten gelen tarhanayı katın... İster akşamki ekmekleri küp küp kızartıp ekleyin üstüne, ister sadece kırmızı pul biber serpeleyin yüzeyine... İster mütevazı olsun haneniz, isterse özel ahçınız olsun ocağı yakmayı tek bileniniz. Çorbadır yılın ilk gününün en güzel yemeği. İnsanın içini ısıtan, mideye cila olan, dumanı ile evi ev yapan; ta Taş Devri’nden beri insanın vazgeçemediği; çorba... Yeni yılda ocağınız tütsün, çorbanız kaynasın, eviniz mutluluk ve bereket dolsun.
Deri kaplı kitaplar
Elinize koyu kırmızı deri ile kaplanmış bir kitap alıp üstündeki altın renkli harflere dokunduğunuzda, o kitabı kimin ciltlediğini merak eder misiniz? Kitapları kaplayan ustalara ‘mücellit’ denir. Mücellitler kitapların modacılarıdır. Yazılı veya basılı bir metnin ‘dış giysisini’ hazırlayan zanaatkarlardır. Kitabın cildini diken, kapağa bağlandıkları yere ibrişimden örülen ince ‘şiraze’yi geçen, sayfa ayırıcı kurdeleyi sabitleyen, varakla süsleyen, üst koruyucu ‘şömiz’ isimli kağıt gömleği de kıymetli deri kabın üstüne geçiriveren mücellitin sanatına hayran olmamak elde değildir. Yadigar kitaplarımın çoğu deri ciltli... Okumanın ötesinde bir ‘tutma’ keyfi veriyor bünyeye... Belki de bu ‘bilene tarifi gerekmez el alışkanlığı keyfini’ nedeni ile, henüz teşebbüs etmedim bir adet e-kitap okuyucusu edinmeye... Sanırım ancak, yaşlı bileklerim kitaplarımı tutamaz, gözlerim küçük harfleri göremez hale gelince, menüsünden fontları büyüten, sayfayı zoom’layan, hatta okumayı sesli gerçekleştiren bir kitap makinası almayı düşüneceğim.
‘Süper Kahramanını Yarat’, kazan!
‘Örümcek Adam’ın yaratıcısı Stan Lee’nin oluşturduğu Stan Lee Vakfı, ‘Ödüllü Süper Kahraman Yarışması’ düzenliyor! Yarışma kapsamında grafik tasarımcıların ve çizerlerin kendi süper kahramanlarını yaratması bekleniyor. Kazanan sanatçıya Comic-Con San Diego 2011’de Stan Lee tarafından bir ödül takdim edilecek. Seyahatin konaklama ve bilet masrafları vakıf tarafından karşılanacak. ‘Süper’ çizerler 25 Ocak 2011 tarihine kadar http://t.co/tuqV09G adresinden yarışmaya katılmaya çağırılıyor.
Denizden anam çıksa...
Geçen hafta yolum Çengelköy’e düşünce güneşli havada Kuleli Askeri Lisesi’ne kadar kısa bir yürüyüş yaptım. Anadolu yakası balıkçılarının konuşlandığı güzergah burası. Deniz mavi, gökyüzü mavi... Balıkçılar çay demliyordu piknik tüplerinde... İçlerinden biri beni dikilmiş denize bakar görünce “Deniz anaları ne kadar çoğaldı di mi?” diye soruverdi! O ana kadar martılara, gemilere, dalgalara dikkat eden ben, farkındalığım olmayan konu hakkında bir soru ile karşılaştım. “Bilmem ki, sizler kadar çok gözlemleyemiyorum, gerçekten öyle mi?” diyerek karşı soru manevrası ile ‘deniz anaları ve İstanbul Boğazı’ konulu paneli başlatmış oldum. Meğer balıkçılar ne dertliymiş. Kıyılarımızı, denizlerimizi deniz anaları istila etmiş.
Çevre Bakanlığı’nın bu konuda çalışmaları varmış. Hoş beş, kolay gele, rast gide dilekleri sonrası ayrılırken aklıma “Serden hayır çıkar mı, acaba bu yaratıklar yenir mi ki?” fikri düştü. Günümüzde en saçma soruyu bile sorabileceğiniz, yine de size ‘gülmeyecek’ bir Google Amca var Allah’tan! Eve varınca açtım Google Amca’yı; “Amca, amca söyle bana, var mı deniz anası yiyen bu dünyada?” diye soruverdim. Yalnız bazen ‘Amca’nın inadı tutuyor ve “Ana dilimde sormazsan doğru dürüst yanıt alamazsın” diye dikleniyor.
Eee, bilgelik kaprisi, suyuna gitmek gerek deyip “Are jellyfish edible?” şeklinde tekrar denedim. 0.18 saniyede tam 189.000 sonuç çıktı! Gözüme en ‘bilimsel’ gelen Wikipedia sonucunu açınca da 85 deniz anası türünden insana toksik olarak zarar vermeyen 12 tanesinin, bazı ülkelerde ‘pek gurme’ bir yiyecek olarak baş tacı edildiği gerçeği ile karşılaştım! Bu 12 tür yeme amaçlı yetiştiriliyor, sonra da bizim ‘turşu’ yaptığımız yöntemle, suyu azaltılıyor, kokusundan arındılıyor, süngerimsi parçaları da kesilip ‘yemeye’ hazır hale getiriliyor. Baş müşterisi de elbette Japonlar ve Çinliler! Susam yağı, soya sosu ve sirke ile harmanladıkları deniz analarını afiyetle yiyorlar! Uzun sözün kısası, biz “Denizden babam çıksa yerim” derken onlar “Denizden anam çıksa yerim” diyor!
(01.01.2011 tarihli Cumartesi Postası'ndan alınmıştır.)